1970’lerde Türkiye Enerji Politikası : Baba Yaşar mı Kapıcı Seyit mi?
Bu yazı aslında bir kitap özeti ama konuya nereden girip çıktığımız konusunu lütfen sorgulamayın. Sosyoooooolojik saptamalar, şifreler çözmeler yok. Zaten pör kapita şifre çözme büyük oyunu okumada Harvard’ı kreşe çevirecek bir ay-kü var. Ziyan etmeyelim bu köhne yazılarla.
Tüm yazının konusu 1980’lerde bitiyor. Yani bugüne mesajlar veya bugünün analizi yok. Tamamen kitabın perspektifi, biraz Türk filmleri kısaca “little little in to the middle”, ortaya az az. Uluslararası ilişkiler konusunda ise sadece yazı tercümesi var, yorum yok.
Türk filmi kısmındaki ana mesaj ise şöyle “Lopopo ne Gız”[1]. Oraya da geleceğiz.
Kitap İsrailli bir diplomatın, Alon Liel’in. Bence çok ilginç bir kitap, “Turkey in the Middle East”, 2-3 bölüm halinde yazabilirim belki. Kitap önce İbranice yazılmış sonra İngilizce’ye çevrilmiş. İsrailli diplomatın bir çok üst düzey Türk siyasetçi ile de görüşmeleri var, ben uzatmadan ana mesajı vereyim.
Kitap aslında süreçleri gözlemleyerek, Türkiye’nin petrole bağımlılığının ve petrol krizi ile artan cari açık sorununun onu nasıl Arap ülkelerine yaklaştırdığını veya yaklaşmak zorunda bıraktığını anlatıyor. Bu zorunluluk bir süre sonra imkansızlıklarla birleşince Türkiye yaratıcı yollar ile ticareti çeşitlendiriyor, ihracat stratejisi gelişiyor ve petrol krizi sonrasında bu petrol ülkeleri bu sefer Türkiye’ye borçlanıyor.
En makro bakışta, dışa bağımlılığın enerji krizleri döneminde oluşturduğu kırılganlık ve bağımlılıkları çok güzel gözlemliyor.
Dönem “70 sente muhtaç olduğumuz” dönem. Süleyman Demirel’den bir anekdot vereyim (s132): “Petrol fiyatları yukarı çıkınca, sanayileşmiş ülkeler [bize] sattıkları [sanayi] ürünlerinin fiyatlarını da yükseltiyorlardı. Petrol fiyat artışından da sanayileşmiş ülke ürünlerinin fiyat artışından da bir şey kazanmadık, mecbur almak zorundaydık. Türkiye iki defa soyuldu. Hayatta kalmak için daha fazla paraya ihtiyacımız vardı. Bu nasıl iyi olabilir?”
Mesela bir diğer anekdotta Demirel yine ilginç bilgiler vermektedir. Türkiye’nin 1979’da “petrol yok” ülkesi haline geldiği, bu kısıntıları gidermek için yaşadıklarını anlatırken : (s45) “Her ay ihtiyaç olanın 2 misli petrol alıyordum. Ama yokluk psikolojisi vardı ve halk da stokluyordu(hoarding). Piyasayı çok yüksek miktarda yakıt ile tedarik ettik. Ancak Mart 1980’e geldiğimizde bu kısıntıların ve aşırı stoklamanın önüne geçebildik”.
Belki de benim en sevdiğim, çokça örnek verdiğim kısımlardan biri de Enerji Bakanı Kamran İnan’ın 16 Kasım 1977’de Ankara’da Üçüncü Enerji Kongresinde “Tüm ülkeler yakıt tasarrufu için adımlar atarken, biz petrol tüketimini teşvik ettik”.
Kitapta bir diğer ilginç nokta da Türkiye ve Arap dünyası ilişkileri. Anladığımız kadarı ile Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde “bizi arkadan vurdular” anlayışından çok ilgi var ama iki tarafın da soruları gibi.
Diğer taraftan Suudilerden petrol talebinde bulunurken kullanılan yöntemler okumaya değer. ABD Carter yönetiminin Türkiye’ye pek de sıcak olmaması ve Suudilerin de bu sinyali dikkate aldıkları belirtilmiş.
Kitap neden ilginç? Çünkü o dönem Türkiye’sinin sorunlarını yalın bir çıplaklıkla İsrailli okuyucular ile ibranice paylaşmış. Sonra İngilizceye çevrilmiş. Kitabın içindeki birçok nokta, doğruluğu tartışılabilir ama bizlerin bilmediği noktalar.
Mesela Suudi Arabistan ile ilişkilerdeki naiflikten bahsedilmesi, biraz FT köşe yazarlarından Janan Ganesh’in “İngiliz Muhafazakarların Amerika’yı Felaket Düzeyde Yanlış Anlaması” yazısını akla getiriyor[2]. Yazıda kısaca İngiliz Muhafazakârların “Amerikalı kuzenleri” ile yapılacak “büyük ticaret anlaşması”ndan sürekli bahsetmelerine rağmen, anlaşmanın olmaması, ABD’nin anlaşmaya yanaşmaması işleniyor. Çünkü Brexit sonrası en büyük hayal ABD ile büyük bir ticaret anlaşmasıydı. Muhafazakarların “kuzenler” diye nitelediği Amerika’nın kendi çıkarına baktığı belirtiliyor. En son İngiliz Başbakanı Rishi Sunak’ın “Bir süredir, bu ABD ve İngiltere arasında öncelik değil” sözüyle de son durumu özetliyor. Kuzen de olsa, konu ticaretse herkes pragmatist yani. “Kuzenine bile kefil olmayacan” gibi bizim dilde.
İki Türk Filminden 1970’lere Bakış
İki film var tüm bunlardan damıtarak geldiğimiz sonuç kısmında. Birincisi Mavi Boncuk, 1975 yapımı. Kısaca 6 arkadaş gazetede fikis menu diye Emel Sayın’ı en önden izlemeye giderler. “Fikis menü” istediklerini söylemezler, yerler içerler, hesabı ödeyemez dayak yerler. Sonra Emel Sayın’ı kaçırırlar.
LinkedIn tarafından öneriliyor
İkinci film ise Kapıcılar Kralı. O da 1976 yapımı. Kapıcı Seyit rolünde Kemal Sunal, ilk defa saf yerine “zeki, kurnaz, paragöz, işgüzar” bir karakterdir. En önemlisi Şaban değildir.
Şimdi “lopopo ne kız” sorusuna gelelim. Aslında kız lolipop alacağım diyor ama Seyit’in o yıllardaki Facit Translator’ı onu “lopopo” olarak anlıyor. Zaten para vermeyecek ama yine de kıza biraz “lüzumsuz” bir şey istediği mesajını veriyor kendince.
Mavi Boncukta ise Baba Yaşar, arkadaşları topluyor. Cebinde 700 TL ile, yaklaşık 70$ anladığım kadarı ile, en önden Emel Sayın izlemeye gidiyorlar, sofra da tam, hiçbir eksik yok. Diğer tarafta Kapıcı Seyit daha acımasız, kızına “lopopo” parası bile vermiyor. Seyit kazandıklarını, bir evli çiftin soymaya çalıştığı apartman sahibine vererek onun üzerinden yatırım yapmaktadır. Kripto, borsada tüyo değil, bildiği yatırım aracı ya da adamı. Sıkıcı yatırım yapıyor bence. Macera aramıyor.
700 TL’niz olsa ne yaparsınız? Baba Yaşar, “yiyelim içelim arkadaşlar” modunda, Kapıcı Seyit ise kızın “lopopo parasını” bile biriktiyor. İki ayrı uç. Münir Özkul, ortalama bizlerin, kafasındaki devlet baba tanımına daha iyi oturmaktadır. Yedirip içirmelidir, haktır. Kapıcı Seyit ise uzaylı istilası sonrası kurulan devlet baba belki olabilir. “Yedirip içirmiyor”, paranın güç olduğunu biliyor ve uzun dönemli büyük oynuyor.
1970’lerin büyük çoğunluğunda Baba Yaşar modeli ile borç harç para bulup petrol talebi arttırılmış. “Yiyin için sorun yok” dedikçe, cari açık şişmiş, paralar gitmiş. Gece ilerledikçe sofradakiler yaklaşan dayağı sezip, ceplere yemekleri doldurmaya başlamış. Mavi Boncuk’taki gibi köhne evlerini, bozuk arabalarını tamir etmek yerine “yiyelim gazino”da bir dönem olmuş. Petrol talep artışı neredeyse çift haneli rakamlara gelmiş.
Bu sırada gelişmiş apartman kapıcıları “para gidiyor” diye lopopo tüketimini düşürmeye çalışırken, Baba Yaşar “yiyin arkadaşlar büyüyün” diye lopopop tüketimini köklemiş. Para yok. Borç dağlarda ama gazino eğlencesi devam. Evet tabii biraz abartıyorum belki 1970’ler çok da eğlenceli değil.
Kapıcı Seyit ise gazinoya gidemedi, bir de apartman yöneticisi Albayım ile uğraştı. Ama zekasıyla apartmandaki hakim kişi oldu. Herkes ucuz petrol ister, Baba Yaşar ağlar, “ben büyüğüm” der o petrolü bulur, sonra evinden de olabilir. Başka bir filmdi bu kısım ama çaktırmayın. Seyit talepleri alır ama kendi uzun dönemli hedefine göre lopopo izni vermez, elmaları paylaştırır vs. Tüketimi körüklemez.
1970’lerdeki kitaptan çıkan bir mesaj şu. Para bulursan, bir para varsa, gazino da lopopolarla ziyan etme. Kapıcı Seyit kadar olmasa da kapıcılık yaptığın apartman ortaklığındaki payını arttırmak için yatırım, ticaret, birikim yap.
Romantik bakarsak Baba Yaşar bize uygun, Kapıcı Seyit acımasız. Ama 1970’lerin Alon Liel’in kitabındaki devlet Baba Yaşar. Evi onaracak, arabayı tamir edecek parayı “felekten bir gün diye” yer, fikis menüye gücü yeterken tüketime hem de daha çok tüketime, en önden masada Emel Sayın gazinosuna harcar ve arkadaşlarına yemek sonrası dayak da yedirir.
O petrol şöleninin sonu hem de en pahalı yerden dayak olmuş.