Hangi Soru?
"İnsanlara; 'Dinin nedir? Namaz kılıyor musun? Oruç tutuyor musun?' gibi Allah'ın soracağı soruları sormayın! İnsanlara; 'Aç mısınız? Bir şeye ihtiyacınız var mı? Bir sorununuz var mı?' gibi kulun kula soracağı soruları sorun."
Bu sözü, Fatih Sultan Mehmet Han’a atfedilen bir hikmet olarak biliyoruz.
Fatih, Osmanlı Sultanı olarak yalnızca savaş meydanlarında değil, toplumsal barışın inşasında da unutulmaz izler bırakmıştı.
O, fethettiği şehirlerde farklı inançlara sahip toplulukların bir arada yaşamasını sağlayan hoşgörüsüyle, tarihin en adil hükümdarlarından biri olarak kabul edilir.
Bu anlayış, insanlara din, ibadet veya inançları üzerinden değil, ihtiyaçları ve dertleri üzerinden yaklaşmayı öğütleyen bu sözle örtüşüyor.
Ancak bu anlayış, İslam felsefesi ve kadim düşünürlerin öğretileriyle de uyum içindedir.
İslam düşüncesinde mahremiyet, adalet ve empati, başta Farabi, İbn Sina ve Gazali gibi düşünürlerin eserlerinde detaylı bir şekilde ele alınmıştır.
Farabi'nin erdemli şehir anlayışı, bir toplumun refahının ve huzurunun bireyler arası saygı ve adaletle mümkün olduğunu vurgular.
Bu anlayış, Mevlana'nın "Sabır, insanın anahtarıdır!" sözüyle de örtüşür; toplumsal refahın sağlanmasında sabır ve hoşgörünün rolü büyüktür.
Benzer şekilde, Gazali, insanların birbirini yargılamaktan kaçınarak kendi nefislerini terbiye etmelerini öğütlemiştir.
Bu söz, hem İslam'ın hem de kadim felsefenin temel değerlerini yansıtır.
Mevlana, "Kim olursan ol, yine gel!" çağrısıyla insanlara hoşgörüyü ve bağışlamayı öğütlemiş, toplumsal barışın empatiyle mümkün olduğunu vurgulamıştır.
Bu çağrının bir örneği, Konya'da farklı inançlardan insanların birlikte yaşadığı bir ortamda, bir Hristiyan tüccarın Mevlana’ya gelip sorunlarına çözüm aramasıyla görülür.
Mevlana, din ayrımı yapmadan ona yol göstermiş ve toplumda derin bir hoşgörü mesajı bırakmıştır.
"Bu dünya bir dağ gibidir, ona nasıl seslenirsen, o da sana öyle yankılanır!" diyerek, karşılıklı anlayış ve empatiyi yaşamın merkezine koymuştur.
Yunus Emre ise, "Yaratılanı severim, Yaradan'dan ötürü!" diyerek insan sevgisini ve farklılıklara saygıyı İslam'ın özünden bir öğreti olarak görmüştür.
Pir Sultan Abdal ise adalet ve hakkaniyet vurgusuyla toplumsal düzenin eşitlik ve dürüstlükle sağlanabileceğini dile getirmiştir.
Bu öğretiler, bireysel ve toplumsal ilişkilerde hoşgörünün ve adaletin önemini derinlemesine anlamamızı sağlar.
Ancak kime ait olursa olsun, sözün içeriği evrensel bir mesaj taşıyor.
Tarih boyunca liderler, insanların mahremiyetine saygı göstermenin, yargılamadan uzak durmanın ve yardımlaşmanın toplumsal barış için şart olduğunu savunmuşlardır.
Örneğin, Hz. Ömer’in halifeliği sırasında, gece vakti bir evde içki içildiği şüphesiyle müdahale etmek istemiş, ancak bu davranışının mahremiyeti ihlal ettiğini fark ederek geri çekilmiştir.
Benzer şekilde, Fatih Sultan Mehmet, fethedilen topraklarda farklı dinlerden olan halkların ibadet özgürlüğünü güvence altına alarak toplumsal huzuru sağlamıştır.
Bu tür örnekler, hoşgörü ve anlayışın tarih boyunca nasıl etkili bir liderlik aracı olduğunu ortaya koyar.
Geçmişten Günümüze: Hoşgörünün Zamanı Geçmedi
Hz. Ömer’in özel hayata müdahaleyi reddeden adalet anlayışından, Fatih Sultan Mehmet’in fethettiği topraklarda din farkı gözetmeden halkı kucaklayan vizyonuna kadar, bütün büyük liderler bu anlayışı benimsemiştir.
Ancak tarih boyunca bu hoşgörünün eksik olduğu dönemler de yaşanmıştır.
90’lı Yıllar: Dışlanmanın Tek Boyutu Yoktu
1990’lı yıllarda iş yerlerinde kendini muhafazakâr ya da dindar olarak tanımlayan insanların bulunması garip karşılanır, çoğu iş yerinde örneğin cuma namazına gitmek bir gericilik emmaresi olarak algılanırdı.
Kendini dindar konumlayan ya da dini vecibelerini yerine getirmek isteyen insanlar, bu nedenle dışlanır ve mahalle baskısına maruz kalırdı.
Kadınların kıyafetleri üzerinden baskı yapılır, erkeklerin saç ve sakal gibi kişisel tercihleri üzerinden insanlar yargılanırlardı.
Bu durum, yalnızca kişisel özgürlüklerin değil, aynı zamanda toplumsal barışın da önünde bir engeldi.
2000’li Yıllar: Rüzgarın Yönü Değişti
2000’li yıllarda ise devir değişti, rüzgarın yönü döndü.
Toplumun farklı kesimleri arasında uzun yıllar birikmiş önyargılar, bu kez farklı bir yöne doğru savruldu.
Örneğin, iş dünyasında seküler yaşam tarzını benimseyen bireylerin, muhafazakâr liderlerin baskısıyla dışlandığı vakalar yaşandı.
Bu durum, toplumsal dinamiklerin tekrar tekrar kutuplaştırıcı şekilde şekillendirildiğini ve ülkenin bir uçtan diğerine savrularak ortak bir zeminde buluşmayı başaramadığını gösteriyor.
Bu kez seküler yaşamı benimseyen insanlar dışlanmaya, itibar suikastlarına maruz kalmaya ve ötekileştirilmeye başlandı.
Adeta bir tahtırevalli gibi, toplumsal dinamikler bir uçtan diğerine savruldu.
Bu durum, memleketin yerinde saymasına, gelişmesine ve birlik içinde müreffeh bir toplum olmasına engel olan manipülatif planların devreye sokulduğunu düşündürüyor.
Adalet ve Liyakat Eksikliği
Bu süreçlerde, iş dünyasında da dindar insanlara avantaj sağlandığı, liyakat yerine nepotizm, particilik, tarikatçılık, mezhepçilik ve cemaatçilik gibi unsurların öne çıktığı bir düzen oluştu.
Bu, İslam felsefesine açıkça aykırıdır.
Farabi'nin erdemli yönetim anlayışına göre, bir işin ehline verilmesi toplumsal adaletin temelidir.
Farabi’ye göre, toplumun huzuru, bireylerin yetenekleri doğrultusunda doğru yerlere atanmasıyla mümkündür.
Erdemli bir lider, bireylerin yalnızca teknik becerilerini değil, aynı zamanda ahlaki değerlerini de dikkate almalıdır.
Farabi’nin bu yaklaşımı, iş dünyasında yalnızca liyakate değil, etik değerlere de önem verilmesi gerektiğini hatırlatır.
Aynı şekilde, İbn Sina, toplumsal huzurun sağlanması için yöneticilerin adil ve liyakat esaslı kararlar alması gerektiğini vurgular.
Bu görüşler, modern liderlik anlayışı için de önemli bir ders niteliğindedir.
Oysa İslam, işin ehline verilmesini emreder.
Hz. Peygamber’in Mekke’nin fethi sonrasında Kâbe’nin anahtarını ehil bir kişiye teslim etmesi, bu konuda en büyük örneklerden biridir.
Mekke’nin fethi öncesinde Kâbe’nin anahtarları Osman bin Talha ailesine aitti.
Fetih sırasında bazı sahabeler anahtarın Müslüman bir kişiye verilmesini önerdi.
Ancak Peygamberimiz, bu teklifi reddederek anahtarları tekrar Osman bin Talha’ya teslim etti ve “Ey Osman, bu anahtarları kıyamete kadar kimse sizden alamaz. Emaneti ehline veriniz!” buyurdu (Nesai, Sünen, 4784).
Bu davranış, İslam'da liyakat ve emanetin önemini açıkça gösterir.
Peygamberimiz, liyakate dayalı bir karar almış, dini referansları kötüye kullanmamıştır.
Liyakat ve Ehil İnsanların Önemi
Hz. Muhammed'in Kâbe’nin anahtarını verdiği kişi, dini hassasiyetleriyle değil, görevi hakkıyla yapacak yetenek ve beceriye sahip olmasıyla öne çıkmıştır.
Benzer şekilde, Osmanlı İmparatorluğu'nda Kanuni Sultan Süleyman, liyakatın devletin temel taşlarından biri olduğuna inanıyordu.
LinkedIn tarafından öneriliyor
Bunun bir örneği, Mimar Sinan’ı başmimar olarak atamasıdır.
Mimar Sinan, sıradan bir yeniçeri olarak başladığı kariyerinde, yetenekleri ve işindeki ustalığı sayesinde Osmanlı tarihinin en büyük mühendislik ve mimarlık projelerine liderlik etmiştir.
Kanuni’nin bu kararlılığı, liyakat esaslı atamaların hem bireysel başarıları hem de devletin uzun vadeli refahını öne çıkardığının çarpıcı bir örneğidir.
Bu olaylar, hem geçmişte hem de günümüzde adalet ve liyakatin önemini anlatan güçlü örneklerdir.
İş dünyasında başarılı olmak ve toplumsal barış sağlamak için bu öğretiyi anlamamız gerekiyor.
Modern Dünya ve Liderlik Perspektifi
Modern liderlik, sadece bir grubun hedeflerini belirlemekle kalmaz, aynı zamanda bireylerin uyumlu bir şekilde çalışması için uygun ortamı yaratmayı da gerektirir.
Liderler, ekiplerinin güçlü yanlarını tanırken zayıflıklarına destek olmalıdır.
Bugünün kurumsal yapılarında sürdürülebilirlik ve esneklik, yalnızca teknoloji veya stratejiyle değil, ekip çalışmasının etkinliğiyle sağlanır.
Bu noktada şu sorular kritik hale gelir:
Bir lider, çalışanları arasında adil mi?
Şirket içinde hoşgörü ve yardımlaşma kültürü oluşturabiliyor mu?
Empatiyle yaklaşıp ekibindeki bireylerin potansiyellerini ortaya çıkarmaya yardımcı oluyor mu?
Günümüzün çevik ve dirençli şirket yapılarında, bireylerin uyumlu bir şekilde çalışması, liderlerin samimiyeti ve şeffaflığıyla desteklenir.
Harvard Business Review’un bir araştırması, şeffaf liderlik anlayışını benimseyen şirketlerin kriz dönemlerinde %30 daha başarılı olduğunu göstermiştir.
Bu durum, ekiplerin yalnızca yargılanmak yerine, desteklendiği bir ortamda çok daha verimli ve yaratıcı çalıştığını kanıtlar niteliktedir.
Farabi'nin erdemli toplum anlayışı, adaletin ve iş birliğinin bir toplumun refahında oynadığı kilit rolü hatırlatıyor.
Mevlana’nın "Sabır, insanın anahtardır!" sözü, liderlikte sabrın ve empatiyle yaklaşmanın önemini vurgular.
Bugünün liderlerinin, adil kararların ve şeffaf işleyişlerin şirketlerin uzun vadeli başarısının anahtarlardan biri olduğunu unutmamaları gerekir.
Bu sözü şöyle de düşünelim:
İş dünyasında ya da liderlik konumunda olanlar, ekiplerinin çalışma performansını çoğunlukla metriklerle yargılar.
Ancak müdür, patron ya da ekip lideri, çalışanlarına şu soruları soruyor mu?
“Bir yardıma ihtiyacın var mı?”
“Daha iyi çalışmanı sağlamak için ne yapabilirim?”
Sorgulamak yerine desteklemek, empatiyi ön plana çıkarmak, modern liderlerin benimsemesi gereken bir felsefedir.
Unutmayalım ki hoşgörü ve yardımlaşma, sadece bireylerin değil, bütün bir toplumun refahını arttırır.
Yapılan bir akademik araştırmaya göre, toplumsal yardımlaşmanın yoğun olduğu toplumlarda refah seviyesi %15 daha hızlı artmakta ve bu topluluklar ekonomik krizlere karşı daha dirençli hale gelmektedir (Kaynak: Harvard Business Review, 2020).
Kendimize Dönelim
İşte tam da burada sözün asıl mesajı devreye giriyor:
Kendimizi sorgulamadan başkalarını sorgulamayalım.
Unutmayalım ki "Başkalarının hatalarını yargılamadan önce, kendi kusurlarına bakmak, gerçek bilgeliktir." (Konfiçyus)
Bireysel hesap verilebilirlik, kendi iç muhasebemizle başlar.
Bugün bir insana gerçekten yardımcı oldum mu?
Belki bir meslektaşıma zamanından tasarruf ettirmek için bir iş yükünü hafifletmek, belki de bir ekip üyesine moral vermek için sadece bir teşekkür etmek…
Unutmayalım ki, büyük dönüşümler küçük ama samimi adımlarla başlar.
Bugün bir insana yardımcı olmak için ne yapabileceğimize karar verelim ve bunu hayata geçirelim.
Bu soruyu kendimize sorarken, Yunus Emre'nin "Yaratılanı severim, Yaradan'dan ötürü!" sözünü hatırlayalım.
Yardımlaşma ve hoşgörü, sadece bireylerin değil, toplumların huzur ve refahı için de anahtardır.
Mevlana'nın "İyilik yap denize at, balık bilmezse Halik bilir!" öğüdü, yardımseverliğin karşılıksız da olsa değerli olduğunu hatırlatır.
Kendi kusurlarımızı görüp başkalarına destek olmayı seçtiğimizde, sadece bireysel bir değişim değil, aynı zamanda toplumsal bir dönüşüm başlatırız.
Bugün bir gülümseme, bir yardım eli veya bir iyilik, zincirin ilk halkası olabilir.
Böylece, tarih boyunca bize öğütlenen erdemlerin yaşayan bir parçası olabiliriz.
Gelin, bu sözü sadece tarihin bir özdeyişi olarak bırakmayalım.
Günlük yaşamımıza bir prensip, bir rehber olarak dahil edelim.
Mahremiyeti kutsal, yardımlaşmayı öncelikli görelim.
Bitirirken Bir Eylem Çağrısı
Bugün bir soruyu kendimize sormayı deneyelim:
Birine sorgulamak yerine, yardımcı olmak için ne yapabilirim?
Bu soruyla sadece kendi dünyamızda bir fark yaratmakla kalmayız, aynı zamanda toplumsal bir iyilik zincirinin ilk halkasını oluşturabiliriz.
Yunus Emre'nin dediği gibi, "Böyle barış olur, böyle dostluk olur."
Bugün, belki bir gülümseme, bir destek ya da basit bir yardımla bu zincirin parçası olabiliriz.
Çünkü iyilik, dünya tarihi boyunca bütün felsefelerin ve inanişların ortak dili olmuştur.
Tarihten ilham alarak ve geleceği düşünerek, mahremiyet ve yardımlaşma ekseninde yeni bir köprü inşa edelim.
Dr. Ejder Ormancı
22 Aralık 2024, Pazar
Cidde, Suudi Arabistan Krallığı
Kanal 7 TV Planlama ve Teknik D.Bşk
5gKaleminiz güçlü olsun üstad , müsadenizle Adalet öyle kıymetli ki, O bir piramit’in tepe noktasında . İçinde gerekenler gerektiği kadar mevcut. Ancak ne yazık ki, bu dünya’ya ait bir kavram olmadığı anlaşılıyor.
--
5gSoruların hepsi din ile alakalı olunca ve dini de iki sure ezberleyip secdeye gitmekten ibaret sayan bir toplum olursa işte burada okuduğunu bilmeyen anlamayan gereğini yapmayana kuvvetli ve vay haline dedirten koca bir soruyu soruyor Rabb'im cc MAUN SÛRESİNDE. Soruda cevapta sûrenin kendisinde