"Kızınızı okutunuz efendim."
İnsanın aklı, sağlığı, zihniyeti ve dahi istikbali.. Hepsi uzun bir süreçtir ve sanıldığının aksine kişisel çabalarla değil kolektif müdahalelerle şekillenir. Bu yazıyı bu dilde ve bu başlıkla kaleme almama sebep de ilkokul öğretmenin Ayşe hanımdır. Ayşe öğretmenimin annemle olan konuşmasından bir bölüm. Yazıyı okuyunca neden başlığın bu olduğuna eminim hak vereceksinizdir.
Dilovası, Kocaeli'nin Gebze ilçesine bağlı şirin bir sahil kasabasıymış, daha doğrusu ben doğmadan önce öyleymiş. Öyle ki hala belediyesinin logosunda kiraz vardır. Çünkü kiraz bahçeleri, zeytin ağaçlarıyla doluymuş. Sonra hızlı bir sanayileşme neticesinde dedemlerin neslinden anne ve babamın nesline geçildiğinde nefes alınamaz, ağaçsız ve dahi kirazsız bir zamana evrilmiş. Ben doğduğumda artık ne sahil ne kiraz ne de zeytin kalmıştı bizlere. Herkeste bir geçim mücadelesi. Çevreye göre yerli, kendimize göre eğrelti. Kiminde Sarıkamış yaylalarının özlemi, kiminde daha başka yerlere yerleşme isteği derken çocuklar arttı, büyüdü, sonra bir gün ailenin büyüğü dedem öldü. Sarıkamış'ta yatan ninemin yanına değil Dilovası'nın toprağına gömüldü. Hani Yüzyıllık Yalnızlık romanında bir söz vardır ya. İnsan ailesinden birini o toprağa gömmedikçe orası memleketi olmaz. Artık Dilovası memleketti.
Solventaş adlı bir ilkokulda okumaya başladım. Bir fabrikanın vergi avantajından yararlanmak için yaptırdığı bir okul. Fabrika da okula çok yakın. Bazen fabrika zehirli gazını boşaltınca etraf kararır gibi olurdu. Aman ne büyük hayır.. Okula başladığımda öğretmenim olan Abdullah bey, mezun olduğumda artık müdür yardımcısıydı. Yani o zamanlar bir ilkokulda öğretmen olan kişinin o küçük okulda müdür yardımcısı olabilmesi için koca bir 8 yılın geçmesi gerekiyormuş. Şimdi bir yılda kimler nerelere yükseliyor diye düşününce o zamanlar kariyer basamakları pek bir ağır işliyormuş demek ki.
İlkokul ikinci sınıfta Filiz adında peri gibi bir öğretmenim olmuştu. Sarı, uzun ve lüle lüle saçları, yemyeşil gözleriyle bir su damlası gibiydi. Hepimiz kara kuru bir yığın göçebe gibi duruyorduk yanında. Belki o da öyle hissediyordu. İkinci dönem ayrılmıştı, nişanlıymış, evlenmiş işi bırakmış dediler. Orta okul bitince ve bazen bitmeden nişanlanan, evlenen kızlar olurdu. Öğretmen olacak kadar okumuş bir kız da en nihayetinde nişanlanınca öğretmenliği bırakıyorsa belki de kız çocukları sadece evliliğe hazırlanan ve sonra kendini evine adayan insanlardı. Biz Filiz öğretmenimin gidişiyle ablalarımızın okumama tercihini makul karşılar olmuştuk. Büyüyünce ne olacaksın sorusunun tüm kızlarda bazen açık bazen gizli yanıtı gelin olmaktı. Rol model yoktu.
Sonra ortaokul 6. sınıfta bir öğretmenimiz oldu, Ayşe öğretmen. Bizim gibiydi. Simsiyah saçları vardı, gerçek olmadığını çok sonraları öğrendiğim. Şiir gibi konuşurdu. Tıpkı akşam haberlerini sunan spikerler gibiydi. Bize okul müdürüyle nasıl konuşuyorsa öyle konuşuyordu ve annemle de aynı konuşmuştu. Hepimiz değerli, önemli ve büyük insanlardık. O zamana kadar pek çok öğretmenim bu kızın istikbali parlak minvalinde ve tabi annemi denk getirip bulabilirlerse çeşitli konuşmalar yapmışlardı. Aralarında 3 yıl olan 4 çocuk sahibi annem için her zaman bakılması gereken bir bebek ve bu sebeple veli toplantıları kaçırılan bir çocuk paradoksu, ben liseye gidene kadar hep sürmüştü. Daha da sürerdi belki ama babam uzun süreli bir yurtdışı çalışma sürecine girince artık tüm toplantı ve önemli günlerde en ön sırada duran o güçlü, cesur ve aydınlık kadın modeline geçmek zorunda kalmıştı. İyi ki de öyle olmuştu:)
Ayşe öğretmen meğer tesettürlüymüş, o hayran olduğum saçları perukmuş. O dönem kamuda kılık kıyafet kuralları içe değil dışa odaklı olduğu için ne kendi değerlerinden ne de devletin gerekliliklerinden ödün vermeyerek gelmiş bize Türkçe öğretiyordu. Ama ne Türkçe.. Her dersimiz bir konferans, TRT yayını. Konumuz bazen felsefe bazen en iyi dış macunu hangisidir.. Bize çok şey öğretti, kattı, daha fazlasını topluma vermemiz gerektiğine ikna etti. Ben tüm o 5'lere, Pekiyi'lere rağmen 6. sınıfa geldiğimde okumanın ne demek olduğunu ve neden okumam gerektiğini anlamış, rol modelimi bulmuştum. Çünkü muhafazakar bir aile yapısı içinde sürekli derli toplu, bir köşede sessizce büyüklerini dinlemesi gereken kızın belki ilerde Ayşe öğretmen gibi de olabileceğini görmüştüm. İnsanın eğitim yolculuğunda kendine benzer bir rol model yakalamasına imkan verecek kadar her duygu, düşünce, ahlak, etik, hassasiyet ve hatta giyim olarak dahi çeşit çeşit öğretmen tanıması çok kıymetli. Sadece öğrencileri için değil aileleri için de çok kıymetli. Belki Filiz öğretmen de bu kız başarılı demiştir ama annemin onu benimsemesi mümkün değildi, ama kendi gibi muhafazakar bir model onun için de demek ki mümkün dedirtmişti. Çünkü Ayşe öğretmenim karşısındaki zihniyet yapısını biliyordu, belki o da o zihniyetin içinden sıyrılmıştı. "Bu kızın istikbali parlak olacak. Lütfen kızınızı okutunuz. Yoksa vebali çok büyük olur. İlerde çok pişmanlığını yaşarsınız. Vatana millete hayırlı bir hanım olması için elimizden geleni yapmamız lazım" demişti. Günah, vebal, hayır derken. Tüm tuşlara basmıştı bana kalırsa:) Sonrası Cemil öğretmenim vardı. Tam bir yiğit, yağız, delikanlı denen o genç tam olarak oydu. İlk görev yeri bizim okulumuzdu. Sosyal Bilgiler öğretmeniydi. Ailesini babam tanırmış, o vesileyle babamla da görüşmüş. Babamın değer verdiği bir aileden olunca onun önerisi de babamda yer etmişti belli ki. Çünkü kimi de kendi içinden gelen önerilere değer verir, dışarıdan hele de kızıyla ilgili bir önerinin bazen tersini uygulamayı tercih ederdi.
Tek hayali büyüyünce gelin olmak olan ilkokul arkadaşlarımın içinden çıkıp liseye başladığımda çeşit çeşit arkadaşlarım oldu. Hepsinin bambaşka hayalleri vardı. Ben hala öğretmen olmak isteyen, Ayşe öğretmen gibi olup hayatlara dokunmak isteyen çocuktum. Sonra Seda öğretmenimle yollarımız kesişti. ODTÜ mezunu, bize de İngilizce öğretecek rengarenk bir kadındı. O zamanlar diğer öğretmenlerin onu pek arasına almadığını gözlemleyebiliyordum. Çok eğitimli, heyecanlı, bilgi ve kültür dolu belki de bu yüzden sadece öğretmen olmak için öğretmen olanlar arasında doğru yerde değil gibiydi. Doğru yerde olmamanın nasıl hissettirdiğini lisede öğrenmiştim. Yoksulluk ve zenginlik algısının yere ve topluluğa göre aynı an içinde bile bambaşka olabildiğini gördüğüm lisede varlıklı ailelerin çocuklarının kendilerinden "aşağıda" gördükleri ailelerin çocuklarını hayat boyu bu sınıflandırmayla kodlayarak yaşayacaklarını anladım. Akran zorbalığının fiziksel halini de bilen ben için psikolojik halinin çok daha iz bırakıcı olduğunu gördüm. Sürekli okuldan kaçan kızlar, tek isteği okumak olan kızlar, sanata eğilimli kızlar, psikoloji üzerine araştırma yapan kızlar, babasının parasıyla doktor olabileceğinden emin olan kızlar, sessiz kızlar, güzel sesli kızlar.. Çok fazla kız vardı. Bu çeşitlilik içinde ancak insan nasıl bir kız olduğunu ya da olmak istediğini fark edebilir. Seda öğretmenin ingilizcesini Ayşe öğretmenin de mesleğini alarak gelecekteki ben İngilizce öğretmeni olacaktı. Toplum ve kültür de dönüşmeye başlamıştı. İstediğim gibi giyinerek de mesleğimi yapabileceğimi ailesinden uzakta yabancı bir yerde öğretmenlik yapan Seda öğretmenimden görmüştüm. Başka bir yer vardı, mümkündü.
LinkedIn tarafından öneriliyor
Sonrası ÖSS sınavında yüksek bir başarı elde edince her gün 3'er 5'er okul tanıtım broşürleri gönderilmeye başlandı. Neredeyse tüm özel okullardan imkanlarını anlatan, seçmem halinde çok mutlu olacaklarını belirten birbirinden güzel tebrik yazıları. Her posta geldiğinde annemin o gururu, her rektörlük imzalı broşürlerde bana değer verildiğini hissedişim ve bir yere ait olma hissi. Bunlar insanı birey olmaktan çıkarıp bir bütünün en nadide parçası olduğu hissini yaratan şeyler. Hepsi otomasyona dayalı çıktılardı, biliyorum ki hiç biri benim adımı dahi bilmiyordu. Sadece ilk beşbine, bine, beşyüze, yüze girenlere göre farklı usul ve paketlerde adaylarla bağ kurmaya çalışıyorlardı. Lisedeki deneyim neticesinde Seda hoca gibi hissetmemek için en doğru yerin devlet üniversiteleri olduğunu, babamın da isteğiyle hukuk okumayı tercih ettim. En baştan beri öğretmen olmak isteyen ben, o dönem öğretmenlik mesleğinin itibarını yitirmeye başlaması ve gittikçe hem öğrenci kitlesi hem kurumsal yapısı olarak dağılmaya başlaması sebebiyle hayalimden vazgeçmeye bir şekilde ikna edildim. Tek bir tane olsun veli toplantısına gelmemiş, kaçıncı sınıfta olduğumu bile hiç tutturamamış babamın kararıyla lisans eğitimine karar vermek ona olan saygımı mı yoksa otoriteye olan sadakatimi mi gösteriyordu hala bilemem. Ama iyi ki dinlemişim dediğim babamın nadir isabetli rehberliklerinden biriydi:)
Hukuk okuyacağım haberi ilkokuldaki Cemil öğretmenime kadar gitmişti. sosyal medya sayesinde beni bulup hukuk kazandığımı öğrenince çok sevindiğini, başarılı olacağımdan emin olduğunu iletmişti. Ona ailede kimsenin avukat olmadığını, çevre olmayınca boşuna okul okuyacağımı söyleyen amcalarımın tebrik (?)leri neticesinde keşke öğretmenlik seçseydim diye düşünmeye başladığımı söyledim. Ama o, sen okulunu bitir, bitirince bana haber ver staj yapacağın yeri ben bulacağım demişti. Öyle de oldu:) Benim kıymetli çevrem:)
Marmara hukuk benim gibi olan, olmayan, çok daha iyi olan, süper zeki olan, harika tatlı olan, sohbetine doyulmayan, birlikte eve çıkmak istediğim, zamanın nasıl geçtiğini anlayamadığım rengarenk kızlarla doluydu. Ve erkeklerle! Hepimiz hem çok farklı hem çok aynıydık. Kız ve erkek tanımının sadece bir yanılgı olduğunu, önemli olanın herkeste aynı şekil ve (mümkünse) ebatta olan o beyinlerin etkileşiminden ibaret olduğunu öğrendiğim yer Marmara'ydı. Ayşe öğretmenim geldi aklıma, keşke bir gün bir dersimizi uzaktan izleme imkanı olsaydı. Yüzlerce genç vardı ve hepimizin istikbali çok parlaktı. Hepimize özel üniversiteler broşürler göndermiş, hepimizin geldiği yerdeki okullar, liseler, dershaneler gurur listelerinde paylaşmış, herkes başarımıza ortak olmuştu.
İlk yılın başında ışıl ışıl olan o parlak gençler olarak her geçen yıl daha da ışığımız azalmaya başladı. Kimin ne olacağı başarıya ve emeğe göre değil bir çeşit bağlantılara göre şekilleniyor vurgusunu amcalarım yaptığında Cemil hoca destek olmuştu, ama şimdi bir takım dayılar olduğu duyumları okul koridorlarında sohbet konusu edilebiliyordu. Bir hocamı dinlemeyip 3. sınıfta bir büroda yazın çalışmaya karar verdim. Fakültedeki o hukuki tartışmalar ve hukuk nosyonunun adliye binalarında ve hele hele icra dairelerinde esamesi bile okunmuyordu. Mekanik, bürokratik ve duygudan yoksun bir sistem vardı. Kafka'nın dava romanının içine düştüğüm o yaz keşke hiç adliyeye gitmeseydim demiştim. Bu bilinçle aslında olmayan şeyin bir de okulunu okumaya çalıştığını düşünmek yorucuydu. Adım adım renkler de ışıltılar da soldukça karamsarlık da yayıldı durdu. Pek çok şey görüldü, yaşandı.. Sonrasında nasıl düzeliriz sorusu üzerine makaleler, sempozyumlar birbirini kovaladı.
Ayşe öğretmenine büyülenmiş gözlerle bakan o küçük kız en baştaki hayalini üzerine bir şeyler katarak gerçekleştirmeyi de başardı. Biraz Ayşe öğretmen, biraz Seda öğretmen ve biraz da vatana millete en lazım olan adalet hizmetinde yoğrularak hukukçu bir akademisyen olma sevdasında olan beni bu noktaya getiren şey nedir diye düşününce...
Sanırım tek kelimeyle: Çeşitlilik
Her yerde, her kurumda, her okulda, her evde, her adımda.. Eşit adımlarla çeşit çeşit insanın dokunuşuyla rengarenk bir yol tutturmanız mümkün. Aksi halde herkesin aynı düşündüğü ve aynı hareket ettiği bir yerde ne kadar kalabalık görünürse görünsün sadece 1 kişi vardır. Ama tek bir farklı ve içeriden bir kişinin dokunuşuyla bir kıza hali tezgahında yapay zeka motifi dokutabilirsiniz:) Başka bir dünya mümkün. Daima.