Milli Markalarımızdan Küresel Hikayelerimize: Yerli Otomobilimizin Hatırlattıkları ve Düşündürdükleri
Türkiye’nin geçtiğimiz hafta tomurcuklar açmaya başlayan yerli otomobille ilgili umutları 60 yıl öncesine, benim yerli otomobille ilgili kişisel öğrenme sürecimse yaklaşık 15 yıl öncesine dayanır. Bu makalede, geçtiğimiz hafta lansmanı yapılan yerli otomobilimizin teknik bir analizini değil, ama dününe ve yarınına ilişkin kişisel deneyimlerimi, önerilerimi, bu sürecin bana hatırlattıklarını ve geleceğe dair düşündürdüklerini sizlerle paylaşmak isterim.
İTÜ İşletme Mühendisliği’nde 2005’te başlayıp 2008'de tamamladığım Doktora tezim özetle "Türkiye Otomotiv Sektöründe inovasyon yetkinliklerinin gelişmesi için ne tür işbirlikleri yapılması gerektiği’ hakkındaydı. O zaman da, şu an olduğu gibi, Türkiye’deki otomobil üretimi çok uluslu şirketlerin dış yatırımları tarafından, ya da onlardan alınan lisanslarla yapılmaktaydı. Şu an Volkswagen'ın Türkiye'de yapacağı üretim yatırımlarına verilen teşvikler gibi, yabancı sermayeyi çekmek için ne tür teşvikler verilebileceğinin konuşulduğu, ama gelen yabancı sermayenin ülkeye uzun vadede ne getirip ne götürdüğünün pek de tartışılmadığı yıllardı. Yabancı sermaye akışını daha çok istihdama etkisi bağlamında tartışırdık, ama uzun vadede teknolojik yetkinliklerimize nasıl bir katkıda bulunmasını gerektiğini planlama geleneğimiz yoktu. Oysa yabancı sermayeli yatırımlar, üst düzey bilgi ve teknolojinin transferi, ve yerel inovasyon yetkinliklerinin oluşmasında son derece önemli bir rol oynayabiliyorlardı. Tek şartla; Ar-Ge ve tasarım faaliyetlerini kısmen de olsa o ülkeye taşımaları, ya da en azından buna özgürlük alanı açmaları kaydıyla. Çok uluslu şirketler sadece üretim faaliyetlerini taşırlarsa, yerel üretim yetkinliklerinin artışına katkıda bulunuyor. Misafir olduğu ülkede Ar-Ge yapabilecek, ya da yerel aktörlerle Ar-Ge işbirlikleri geliştirebilecek ortamı bulduğundaysa, o ülkenin ulusal inovasyon yetkinliklerinin de zaman içinde artışını tetiklemiş oluyor. Araştırmadan çıkan ana fikri de buydu; öncelikle yerel aktörlerimizi, tedarikçi firmalarımızı, üniversitelerimizi, araştırma kurumlarımızı kuvvetlendirelim ki, sadece yabancı sermayeyi değil, onlarla yapılabilecek nitelikli işbirliklerini de buraya çekelim, bilgi transferinden daha fazla faydalanalım, bilgiyi daha iyi özümseyebilelim, nihayetinde de kendi özgün kabiliyetlerimizi zamanla daha da güçlendirelim.
Tez çalışmamın saha araştırması kısmında, 3 ay boyunca Bursa’da tabir yerindeyse “kamp kurdum”. Onlarca firmayı, yöneticiyi, uzmanı ziyaret ettim, otomotiv sektörünün hem o dönemki mevcut durumunu yakından bilen, hem de geçmişinin, her bir gelişim evresinin tanığı olmuş birçok “duayenle” kapsamlı görüşmeler yapma şansı buldum. (Keşke o yıllarda bolca görüştüğüm, fikirlerinden faydalandığım üstatlardan biri olan Otomotiv Sanayicileri Derneği - OSD Başkanı rahmetli Prof. Dr. Ercan Tezer hocamız geçen hafta yapılan yerli otomobil lansman toplantısında olabilseydi. Bu anı en çok hayal edenlerden birinin de kendisi olduğunu düşünüyorum). Vurgulanan ortak bir konu vardı; “Bir yerli otomotbil markamız olsaydı, stratejik kararlarımız Türkiye’de verilseydi, ana sanayide Ar-Ge'yi özgürce Türkiye’de yapabilseydik, işte bunun tüm otomotiv sektörüne ve hatta diğer ilişkili sektörlere kaldıraç etkisi hepsinden çok olurdu”. Üstelik teknolojide “Devrim” yapma fırsatını da yıllar önce yakalamış, ama elimizden kaçırıvermiştik. İlerleyen yıllarda Anadol'umuz olmuştu, bir “Türkçe” marka olarak çok da sevmiştik, ama tasarımını İngiliz Reliant firmasından, şasi, motor ve şanzımanları Ford'dan temin ettiğimiz, sadece “lisanslı üretimi” yapabiliyor olduğumuz, fikri mülkiyet hakları bize ait olmayan yerli markamız Anadol’un stratejik kararlarını verebilecek kadar özgür olamamıştık. Sonrasında da “fiberglas gövdesinin” Anadolu’da eşekler tarafından yenildiği hikayeleriyle bu markamızı da itibarsızlaştırmayı başarmıştık.
Doktora çalışmamın sonlarına doğru, 2008 yılında vizyona giren “Devrim Arabaları” filmini izleyince, söylenmek istenileni, kaçan-kaçırılan treni daha da iyi anlamıştım. Filmin ilk bir saatini büyük bir gururla, son yarım saatini de gözyaşlarını içinde izledim. Akademisyenlik kariyerimde de bu filmi izlemelerini birçok öğrencime özellikle tavsiye ettim. Yokluklar içinde yola koyulmak, azmetmek, büyük mağlubiyetlerin ardından geri dönebilmek neredeyse ulusal karakterimizin bir parçasıdır ve Devrim arabalarının hikayesi bu durumun en tipik örneklerinden biridir. Aynı hiçbir başarının cezasız kalmaması, yapıcı değil yıkıcı eleştirelliğimiz, ortak hedeflerin etrafında uzlaşıp birleşemememiz, hayal kırıklıklarımızdan sonra kestirip atmamız ve bir daha geri dönüp bakmamayı tercih etmemiz gibi. Devrim arabaları Türk sanayisi için devrimsel olabilecek o ilk ve en zor adımın ne güç koşullarda ve nasıl başarıyla atıldığının, sonra da bu umut dolu yolun nasıl tıkandığının, üstünün nasıl örtüldüğünün hikayesidir.
Hafta boyu yerli markalı aracımızın lansmanına ilişkin haberleri okurken de aynı duyguları hissettim. "Yerli otomobil" 2011 yılında dile gelmiş ama geçmişi 60 sene öncesine dayanan bir konuydu. Kişisel tarihimde, 2010 başlarında "Ulusal Nanoteknoloji Girişimi", "Ulusal Rüzgar Enerjisi Teknolojileri" gibi ülke sanayisinin, kamu yönetiminin, akademi dünyasının beraber ve ortak bir hedef etrafında çalışmasını, ülke ekonomisine sürdürülebilir ve yüksek katma değerli katkı sağlamayı amaçlayan “yerli projeler” için farklı sivil toplum platformlarının içinde ya da çevresindeydim (İlerleyen yıllarda maalesef bu projelerin hiçbiri kamu yönetimi tarafından benimsenmedi ve desteklenmedi). Yerli otomobil projesi de sadece bu açıdan bile benim için inanılmaz heyecan vericiydi; ülkenin farklı alanlarından farklı kurumların ortak bir marka çıkartabilmek için gönüllülükle bir araya gelmesi, işbirliği, güç birliği, vizyon birliği yapması.
Yine aynı yıllarda iki yerli şirketimizin; Karsan ve Hexagon Studio'nun beraber geliştirdiği, tüm tasarım sürecini ve hikayesini hayranlıkla takip ettiğim, tamamen kullanıcı ihtiyaçları ve kentin özellikleri dikkate alınarak geliştirilmiş özgün bir tasarıma dayanan, yapılan “New York City - Taxi of Tomorrow” ihalesinde son 3'e kalan, New York halkı arasında yapılan oylamada 1. olan, ancak ihale sonucunda hakkını alamayan, sonrasında da Türkiye'de gereken siyasi desteği - sahiplenmeyi alamayarak farklı bir "Devrim Arabaları" hikayesine dönüşen "New York Taxi" projesine de tanıklık etmiştim. (Yerli otomobilimizin tarihi bu açıdan bakıldığında yarım kalmış hikayeler müzesi gibidir ve o müzede birçok farklı projenin, yüzlerce bilim insanının, mühendisin, mucidin değere dönüşememiş emeklerini hüzünle izleyebilirsiniz).
Peki ama birçok farklı dönemde hayal edilmiş, yola çıkılmış ve her bir adımı sonuca ulaşmasa bile gelecekteki olası mutlu sonlara mutlaka katkıda bulunmuş "yerli otomobil" fikri, 60 yıldır neden bu derece önemliydi ve bitmeyen bir rüyaydı? Sadece "biz de yapabiliriz” iddiamızı ispatlamak açısından mı?
Şahsen yerli otomobil projesinin en öncelikli katkısının, dünya pazarlarında ve umut ediyorum ki en saygın markaların rekabet ettiği küresel “şampiyonlar liginde”, Türkiye markalı üst düzey bir teknoloji ürününün varlığı ile oluşabilecek “ülke marka algısı” olduğunu düşünüyorum. Halihazırda uluslararası kuvvetli markalarımız yok mu? Sayısı yetersiz olsa da, elbette var. Ancak özellikle yüksek teknolojide, tasarımda, dolayısıyla katma-değeri yüksek alanlarda uluslararası markalarımızı çoğaltmamız gerekiyor. Sanayimiz genellikle lisanslı üretime, montaja, ya da markasız üretime ve markasız ihracata alışkın, bu açıdan uzun yıllardır düşük üretim maliyeti ve yüksek üretim kalitesi stratejisiyle rekabet etmiş “fasoncularız”. Bu beceriyi de küçümsemememiz gerektiğini düşünüyorum, zira bu durum uluslararası müşterilere satış yapabilecek kadar kaliteli üretim yapabilmeyi zaman içinde öğrendiğimizi gösteren bir kazanım seviyesidir. Ancak şu an Türkiye malı bir yüksek teknoloji ürününü Avrupa pazarında eline alan müşterilere, “bu ürün Türk malıysa, yüzde yüz güvenilirdir, kalitelidir, yenilikçidir, teknolojisi üst düzeydir” dedirtemiyorsak, bu yolda kat etmemiz gereken çok yolumuz var demektir. Dolayısıyla “Türkiye malı, yüksek teknolojili, en üst ligleri hedefleyen, uluslararası rekabetçi bir otomobil” öncelikle üst seviye ülke markası algısının yaratılması için değerlidir. Bu algı sadece otomotiv sektörü için değil, tüm diğer yüksek teknoloji sektörleri ve bu sektörlerde küresel lige çıkmayı hedefleyen markalarımız için de kapıyı biraz daha açabilecek, cesaretlendirecek, son derece kritik bir faktördür.
Bugün ne mutlu ki bize, neredeyse 60 yıllık bu umut hikayesinin en azından daha fazla sahiplenilen, daha fazla heyecan uyandıran bir bölümündeyiz. Son bir haftadır fotoğraflarını gururla paylaştığımız, teknolojisiyle övündüğümüz afilli bir prototipimiz var sahnede, ve bir sene sonra üretim bantlarında başlayacağı yolculuğu, üç sene sonra “sahaya çıkacağı” günü sabırsızlıkla bekliyoruz. Oysa asıl macera şimdi başlıyor, asıl dönüşümü de şimdi yaşamamız gerekiyor.
Zihinsel ve Kültürel Dönüşüm Fırsatı:
Sürdürülebilir başarı, varılan hedefin öncesinin de sonrasının da planlanması gereken uzun bir yoldur ve birikimsel adımlar, emekler gerektirir. Yerli otomobil projesi özelinde düşünürsek, beğenilen, takdir gören bir tasarımla, prototiple, lansmanla yola çıkmak şüphesiz ki çok motive edici bir başlangıçtır. Yola çıkmak, yola koyulabilme cesaretini göstermek başarmanın önemli bir adımıdır. Ancak ilk anki motivasyonumuzu ve inancımızı yol boyu istikrarlı bir şekilde devam ettiremezsek, zafer sandıklarımızı erken kutlamaya başlarsak, dönüşüm gerektiren tüm diğer ulusal dertlerimize yeterince ilgi göstermezsek, elimizde yine yarım kalmış, hüzünlü bir hikayeden, şerefli bir mağlubiyetten fazlası kalmaz. Bir ihtiyacı görmek ve bir ürünü tasarlamak, doğru bir tasarım, etkileyici bir prototip ortaya çıkartabilmek şüphesiz ki çok değerlidir. Ancak yolun henüz yarısı bile değildir. O tasarımı istikrarlı, güvenli, uygun maliyetli şekilde üretebilmek, hedef pazarı – kullanıcıları için bilinir, güvenli, tercih edilebilir bir marka haline getirebilmek, marka değerini rakiplerinin yaptığı gibi yüzyıllar boyu düşürmeden sürdürebilmek, yolda karşılaşılacak krizleri soğukkanlılıkla, akılcılıkla çözebilmek – yönetebilmek, ürünü yeni teknolojilere, yeni ortaya çıkan kullanıcı ihtiyaçlarına uygun olarak sürekli güncelleyebilmek, teknolojinin takipçisi olmaktan teknolojinin öncüsü olmaya doğru yol alabilmek, her şeyden önce mükemmel bir kurumsal yönetimi ve bunu mümkün kılacak istikrarlı ve sürdürülebilir bir altyapıyı gerektirir.
Bahsi geçen altyapı sadece “teknik altyapı” değildir, zira “teknoloji” sadece teknikten ibaret değildir. İhtiyacımız olan aynı zamanda istikrarlı yatırımları mümkün kılacak istikrarlı, öngörülebilir bir ekonomi altyapısıdır. Kurumsallaşmış, uluslararası normlara uygun, dünyayla barışık bir siyaset altyapısıdır. Eksiksiz işleyen, yatırımcıyı, emekçiyi, iş güvenliğini, fikir sahibini, fikrini dile getirmek isteyeni istisnasız her koşulda ve eşit mesafede koruyan, kişilerden ve keyfiyetten bağımsız olarak işleyen bir hukuk ve adalet altyapısıdır. Ülkenin ve iş dünyasının tüm aktörlerinin birbiriyle işbirliği yapmasını mümkün kılacak bir kültür altyapısıdır. Milli bir markadan gurur duymamızı, ona güvenmemizi, kutuplaşmak yerine ortak ülküler etrafında birleşebilmemizi sağlayacak bir sosyal altyapıdır. Sürekli yeni, yenilikçi, eleştirel, üretken beyinler yetiştiren, kendisi de değişen dünya koşullarına uygun olarak evrilen, her zaman bilimi, araştırmayı, yenilikçiliği temel alan bir eğitim altyapısıdır. Ulusal gündemler, siyasi hesaplar arasına sıkışmamış bilim altyapısıdır. Gelişen beyinlere değer veren, onlara değer katan, liyakata göre işleyen, aynı zamanda da iş güvenliğine, çalışan haklarına, insan kaynağına değer veren, etik değerleri ticari değerlerin ardında tutmayan bir iş dünyası altyapısıdır. Bu beyinlerin ülkesinden göçmesini, küsüp de dönmemesini engelleyecek bir sosyal, politik, kültürel, ekonomik altyapıdır. Dolayısıyla bu proje sadece “teknoloji projesi” değildir, aynı zamanda bütünsel bir yaklaşımı, her boyutuyla zihniyet dönüşümümüzü, sosyal, hukuki, politik, ekonomik gelişimimizi gerektiren “ulusal kalkınma projesidir”. Türkiye markasının uluslararası algı bir otomobilden ya da markadan ibaret değildir, o algıyı etkileyebilecek her gelişim ekseninin özenle ve bütünsel olarak ele alınmasını gerektirecek kadar kapsamlı bir konudur.
Siyasi Değil Ulusal Proje
Tüm siyasi kaygıların farkında olarak vurgulamak isterim ki, yerli otomobil projesi bir siyasi proje olmamalıdır, bu şekilde anlatılmamalı ve algılanmamalıdır. Hükümetlerden, siyasi otoritenin kimin elinde olduğundan, iktidarlardan bağımsız bir proje olmalıdır. İktidar- muhalefet arasındaki kısır kavgaların mevzusu haline dönüşmemelidir. Her hangi bir dönemin iktidarı projeyi sadece olası bir seçim kozu olarak parlatmayı amaçlamamalı, muhalefet “projede eleştirilecek nereyi bulurum” arayışında olmamalı, geleceğin iktidarları projeyi “benim değil, onun projesiydi” diyerek rafa kaldırmamalı, geçmişteki tüm adımların ve birikimlerin üzerine ekleyerek projeyi her gün ileriye taşımanın yolları aranmalı ve kamu yönetimi desteğinin sürekliliği sağlanmalıdır. Yerli otomobil projesi, kamu yönetimi tarafından, ulusal hedefler ve stratejiler doğrultusunda, ulusal kaynakların akılcı bir planlamayla kullanıldığı ve “odaklanılan stratejik alanlardan biri olarak” desteklenen bir proje olmalıdır. Hep örnek gösterdiğimiz ve “60’ların sonunda aynı konumdaydık ama bugün bizden çok daha ilerideler” diye hayıflandığımız Güney Kore örneğinin ardındaki başarı faktörlerinden birinin “kamu desteği istikrarı” olduğunu unutmamamız gerekiyor. Uzun soluklu ve iç politik dengelerden bağımsız, katma değeri yüksek projeler, doğru planlanmış teknoloji geliştirme yatırımları bir ülkenin uzun dönemli kalkınmasının ardındaki asıl dinamiklerdir.
Sürekli Öğrenmek ve Evrimsel Birikimler:
Yerli otomobil projesine ilişkin en yaygın eleştirilerden biri hiç şüphesiz ki tasarımın bir İtalyan firma tarafından, daha önce sergilenmiş olan bazı tasarımlara oldukça benzer şekilde geliştirilmiş olması, ya da motor gibi kritik parçaların yerli olmaması olacak. Bu tür bir eleştirinin sıkça dile getirilmesinin anlaşılır olduğunu düşünüyorum, zira bir iletişim stratejisi olarak yerli otomobil ilk günlerden itibaren “% 100 yerli ve milli” gibi yanlış ve gereksiz bir tanımlamayla telaffuz edildi, dolayısıyla kamuoyunda da ulaşılamayacak bir algı oluşmuş oldu. Şu an otomotiv sektöründe, satış hacimlerine göre küresel sıralamada ilk 10’da olan markaları ve bu markaların modellerini incelediğinizde, hiçbir modelin tüm parçalarının – sistemlerinin yüzde yüz tek bir ülkeye ait olmadığını görebilirsiniz. Bir Alman otomotiv markası, bir Fransız markasının motorunu kullanabilir, bir İtalyan markası Alman menşeili frenleme sistemlerini satın alabilir, ya da bir Japon markası, Türk malı parçalar kullanıyor olabilir. Ticaretin doğasında öncelikle “rekabetçi olmak” vardır. Rekabetçi olabilmek, en kaliteli malı, en iyi tasarımı, en yenilikçi teknolojiyi en düşük maliyetle temin edebilmeyi ve en uygun maliyetle müşteriye ulaştırabilmeyi gerektirir. Ürününüz pazara çıktığında, müşteriniz öncelikle ürünün performansına, kalitesine ve maliyetine bakacağından, sadece “yerli olması” için daha az yetkin bir parça tedarikçisi ile çalışma şansınız yoktur ve olmamalıdır. Yola “küresel bir başarı hikayesi yaratmak” vizyonuyla çıkılıyor ve müşteri pazarı hedefi olarak küresel lig ortaya konuyorsa, “ticari ve teknik rasyonellik”, “milli duygusallıkların” önüne geçmelidir. Yüzde yüz yerli ve milli olma hedefi, bizi küresel teknoloji dünyasından ve uluslararası işbirliklerinden ayırmamalıdır. Ulusal hedeflerimiz ve rekabetçi iddiamız, bizi altı dolmamış, aşırı milliyetçi inatlaşmalara sürüklememelidir. İddialı, mütevazi ve akılcı olma yolundan çıkarmamalıdır. Otomobilin tasarımı, motoru, güç sistemleri gibi en kritik aşamalarında konusunda en yetkin uluslararası firmalarla çalışıyor olmamızın ürünün performansına ve markanın algısına katacağı katma değerden eminsek ve bu tür küresel işbirliklerinden öğrenmeyi, bilgi ve yetkinlik transferini de hedefliyorsak, bir başlangıç stratejisi olarak yapmakta olduğumuz uluslararası işbirliklerimizle yanlış bir noktada olmadığımızı söyleyebiliriz.
Öte yandan, “milli markamızın” içindeki yerelleştirme oranını zaman içinde arttırmanın, mutlak bir hedefimiz olması gerektiğini de vurgulamak gerekir. Bu strateji iki açıdan önemlidir. İlki; milli markamızın aynı zamanda tüm ulusal sanayimiz için bir kaldıraç (ya da lokomotif) etkisi yaratmasını sağlamak içindir. Bu süreç bir “yetkinlik kazanma” sürecidir. Bir otomobilin tasarımdan geliştirmeye, motorundan frenleme sistemine kadar her bir aşaması özgün ve üst düzey yetkinlikler gerektirir. Her bir parça ve parçaların bir araya gelerek oluşturduğu karmaşık sistemler özel olarak tasarlanır, birçok dayanım ve performans testlerinden geçer ve bu yetkinlikler zaman içinde oluşur. Her biri konusunda uzmanlaşmış, bazen hacmi ana sanayi firmalarından bile büyük olan uluslararası tedarikçi firmalar bu alanda kıyasıya rekabet ederler. Ne mutlu ki bu firmalar arasında küresel ölçekte rekabet edebilecek, rüştünü ispatlamış birçok Türk tedarikçi firması da vardır. Türk otomotiv yan sanayisi ürün kalitesi, performansı ve maliyeti açısından dünyanın bütün markalarıyla iş yapabilecek konumdadır. Ancak “kurumsallaşma”, “özgün tasarım” ve “sistem tasarımı” yetkinliklerinin geliştirilmesi, inovasyon performansının arttırılması, üretim süreçlerinin verimliliğinin arttırılması gibi birçok konuda, kat etmemiz gereken çok mesafeler de vardır. Milli markalı otomobilimizin içindeki yerlileşme oranı zaman süreci içinde mutlaka arttırılmalıdır. Şu an bu oran düşük olsa bile önemli olan, bu hedefe ulaşabilmek için üretim, tasarım ve inovasyon yetkinliklerimizin zamanla ve adım adım arttırılması, her bir aşamasında küresel rekabetçi seviyeye gelmemiz ve milli markamızın bu konuda itici güç olmasıdır.
Yerlileşme oranının arttırılmasının ikinci stratejik sebebi de, hiç kuşkusuz katma-değer konusudur. Bir otomobilin her bir parçasının yarattığı değer ve otomobil içindeki maliyeti birbirinden farklıdır. Elektrikli bir otomobilin tasarımı, motoru, pili, yazılımları asıl katma değer yaratan aşamalarıdır. Katma değeri en yüksek parçalarda ve aşamalarda yerelleşmeyi sağlamak, ülke ekonomimiz, cari açık dengemizin sağlanabilmesi ve fikri mülkiyetin büyük oranda yerlileşmesi açısından çok değerli olacaktır. TOGG CEO’su Sn. Gürcan Karakaş’ın bir röportajda dile getirmiş olduğu gibi, yerlileşme oranının ilk sene % 51, üçüncü sene % 63 olarak belirlenmiş olması, stratejilerimizin bu yaklaşımı desteklediğinin olumlu bir göstergesidir.
İşbirliği Ağlarını Kurmak ve Yaygınlaştırmak:
Bu sebeplerle, yerli otomobilimizin “yüzde yüz yerli” olarak tasarlanmasını ve üretilmesini beklemek rasyonel değilse de, zaman içerisinde yerlileşme oranının, sürece katkı veren yerli tedarikçi firmalarımızın sayısının ve stratejik rollerinin arttırılmasını hedeflemek doğru bir ulusal strateji olacaktır. Yerli otomobile şu an katkı veren ve ilerleyen dönemlerde bu projede rol alacak yerel aktörler hiç şüphesiz ki “5 Babayiğit” ile sınırlı değildir ve öyle de olmamalıdır. Tüm diğer yerli tedarikçi firmalarımız, tüm otomotiv yan sanayimiz, girişimcilerimiz, araştırma ve uygulama merkezlerimiz bu süreçte daha fazla rol alabilmek, daha kritik sorumlulukları kazanabilmek için yetkinliklerini geliştirmeli ve küresel rekabetçiliğini arttırabilmelidir. Finlandiya’nın 90’ların başında telekomünikasyon devrimi ile yakaladığı ulusal ekonomik büyümenin ardında, Nokia merkezli olarak tüm ulusal aktörler arasında oluşturduğu işbirliği ağları ve her bir aktörün zaman içinde sağladığı yetkinlik birikimi yatmaktadır. Üniversiteler mobil telekomünikasyon teknolojilerinin gerektirdiği araştırmaları yapmak, gerekli insan kaynağını yetiştirmek üzere bu sektör ve proje etrafında seferber edilmiştir. Nokia, ulusal ve küçük ölçekli firmalarla işbirliği yapma koşuluyla ulusal fonlar ve kaynaklar tarafından desteklenmiştir. Ülke çapında işbirliği ağları yaratmak, ulusal sanayi ve teknoloji politikalarının çok başarılı bir örneği olarak hayata geçirilmiştir. Bizler için de “yerli otomobil” projesi kritik kaldıraç projelerimizden biridir. Bu proje merkez alınarak, işbirliği ağları oluşturmamız sürdürülebilir kazanımları mümkün kılacaktır. Genç girişimlerimizin, göreceli olarak yeni bir teknoloji alanı olan elektrikli ve otonom araçlar alanında kendilerini geliştirebilmeleri, bu projenin kaldıraç etkisini de kullanarak küreselleşebilmeleri için gerekli destekler sağlanmalıdır. Üniversitelerimizdeki uygulamalı araştırmalar, elektrikli ve otonom yerli araç teknolojilerini destekleyecek şekilde tasarlanmalı, planlanmalıdır. İlişkili olabilecek tüm diğer teknoloji alanlarında; bilişim, malzeme gibi teknolojilerde yatay işbirliği ilişkileri kurulmalıdır. Bu projeden elde edilebilecek tüm kazanımlar, tüm bilgiler, olumlu – olumsuz tüm deneyimler, mutlaka kayıt altına alınmalı ve farklı kritik teknoloji alanlarına, farklı sektörlere doğru yaygınlaştırılmalıdır. Bilgininin en etkisi yayıldıkça ve kolektif olarak ürettikçe artar. Bu süreç her şeyden önemlisi bir “öğrenme yoludur”. Bilgi ve yetkinliklerimizin adım adım birikimi en önemli ve kalıcı kazanımız olacaktır.
Son Söz Yerine …
Bu uzunca sayılabilecek fikir yazının ana fikri şudur; “yerli otomobil” projesini sadece teknik ya da ticari verilerle değil, geçmişiyle, geleceğiyle, yaratma potansiyeli olan doğrudan ve dolaylı kazanımlarla, sonuca doğru giden süreçte edineceğimiz deneyimlerle değerlendirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Bu üst düzey teknoloji projesini; ulusal kaynaklarımızı (bilgi, sermaye ve insan kaynağı birikimimizi) akıllıca kullanabileceğimiz, eğitimi, hukuku, siyaseti, kültürel yaşamı daha iyiye doğru dönüştürebileceğimiz, asıl önceliklerimize daha kuvvetle odaklanabileceğimiz, bilimi ve aklı temel alacağımız, etrafında birleşip daha iyi bir yaşam ülküsüne doğru beraber yürüyebileceğimiz bir fırsat olarak kullanabilirsek, yepyeni küresel hikayeler yaratmak yolunda daha hızlı adımlarla ilerleyebileceğimizi umut ediyorum.
Hem yerli otomobil projesinde, hem de ülkemizin tarihinde bilimin, teknolojinin gelişmesinde katkı yapmış tüm emekçilere sonsuz şükranlarımı sunuyorum. TOGG takımının genç üyelerinin gözlerindeki ışıltının, umudun, gururun hiç azalmamasını diliyorum.
İnovasyon ve Girişimcilik Odaklı Yönetim Danışmanı / Startup Mentoru / Bağımsız Yönetim Kurulu Üyesi
4yUmut Bey, bu son derece objektif analiziniz ve durum tespitiniz için teşekkürler. Yerli İHA / SİHA projemizin başlangıç noktasından ulaştığımız noktaya kadar geçen sürecine baktığımızda, benzer bir sürecin yerli otomobil projemiz için de geçerli olabileceğini öngörebiliriz. Şimdiden iyi seneler diliyorum...
Prof. Emeritus at The Ohio State University and President, Oztech Inc.
4yUmut bey, ilginc yazinizi okudum. Goruslerinize katiliyorum. Ayrica KARSAN'in New York taxi deneyimini hatirlattiginiza memnun oldum. O zamanki NY belediye reisinin (simdi Cumhurbaskani adayi) teklifi getirenlerin saglayabilecegi servis ve bakim sistemine guvenemiyecegi gorusu bizi uzmustu. Umarim bundan ders alinir.
Managing Director at RCBA Eğitim & Danışmanlık Ltd.
4yTürk otomotiv sanayiinin (hüzünlü) geçmişinden ve gelişmesinden söz ettikten sonra bugün ve gelecekte başarılı olabilmesi için zihinsel ve kültürel dönüşümün gerekliliğine dikkat çekmeniz son derece önemli. Başarının yalnızca teknolojik altyapının değil; ekonomi, siyaset, kültür, bilim, eğitim, hukuk ve adalet, toplum ve iş dünyası gibi altyapıların da güçlü, istikrarlı ve sürdürülebilir olmasına bağlı olduğu görüşünüze yürekten katılıyorum. Düşündürücü ve uyarıcı anılarınızı ve önerilerinizi çok açık bir şekilde paylaştığınız için teşekkürler ve tebrikler. Elinize, kaleminize sağlık.
Sistem Global Danışmanlık | Yönetim Kurulu Başkanı
4yBu net vizyonel ve umutlu bakış açınız için gönülden tebrikler. Tümüne katılıyor ve umuyorum ki gelişim ve dönüşüm projemizin başlangıcı olur.