Sanat ve kendimizi yaratmak
Merhaba sevgili okuyucu,
Platonik aşk ile ilgili yazılmış en güzel metinlerden birinde Mark Merlis, kavuşma özleminin diğeriyle değil, kendimizle alakalı olduğunu hissettirir:
“Bazen onu görür ve elde etmek yerine ağlamak istersin. Elde edemeyeceğinden değil, elde etmenin yetmeyeceğinden... Ağlarsın ama bir çocuk gibi değil, anayurdunu anımsamış bir sürgün gibi. Doğmuş olmak istediğin yeri özlersin.”
İnsan, hep bir özlem içindedir.
İçinde kaybolmuş ama yitmemiş olana.
--
Bir Madagaskar yaratılış mitinde, canlıları yaratmak isteyen tanrı Driananaharri, dünyanın uygun olup olmadığını araştırması için ismi "Ne Garip Şey" anlamına gelen oğlu Ataokoloynona’yı gönderir. Oğul, yeryüzüne iner inmez sıcaktan bunalır ve yeraltına sığınır. Bir daha ses çıkmaz kendisinden.
Tanrı, oğlunu bulsunlar diye ulaklar gönderir ama nafile. Aradan yıllar geçer, gidenler orada çoğalır ve oğulu bulamadıklarını haber vermek için tanrıya başka ulaklar gönderir. Ama gidenlerden hiçbiri geri dönmez.
Onlar da, ne yapacaklarını bilemediklerinden, tanrının oğlunu, yani “Ne Garip Şey’i” aramaya devam eder. Hala da ediyorlar.
--
Leonard Cohen’in şarkılarını yazarken ilham aldığı mistik Kabala yaratılış mitinde ise ilahi ışığın tek bir kabın içinde hapsolduğu, ancak kabın kırıldığı ve parçalarının yeryüzüne dağıldığı söylenir.
Kişinin görevi yaşamı boyunca kendine eş parçaları bulmak ve toplamaktır. Bireysel tamirat ancak böyle mümkün olur.
Hepimiz bu ilahi kabın parçasını taşırız ve ister şarkı, ister metin, ister insan olsun, ne zaman kendi ruhumuza eş bir parça ile karşılaşsak, o garip şeyi tanırız:
Ensemizden aşağı soğuk bir nehir akar.
Tüylerimiz diken diken olur.
--
Nörobilimci Jaak Panksepp, içimize işleyen hüzünlü bir sanat eseri karşısında tüylerimizi diken diken eden bu duygunun, memeli hayvan yavrularının kaybolduklarını hissettiklerinde annelerinin duyması için çıkardıkları ayrılık çağrılarına benzetir.
Beynimiz, sadece bir an için, eserdeki acıyla bütünleşir, kaybolduğunu düşünür ve korkuyla bedenimizi harekete geçirir. Sonra tehdidin gerçek olmadığını anlar; endişe heyecana; heyecan hazza dönüşür.
Sanki kendi yarımızı bulmuş gibi hissederiz.
Bütünleşmiş gibi.
KENDİMİZİ YARATMAK
“Çoğu insan tamamen doğmadan ölür” der Erich Fromm.
Psikanalistin 1959 tarihli makalesine göre doğar doğmaz bir mücadele içine gireriz. Bir yanımız rahme geri dönebilmek için yanıp tutuşur, diğer yanımız tamamen doğabilmek için. Hayat, farklı farklı doğumlardan oluşur ve her biri beraberinde bir vazgeçişi getirir: Anneden vazgeçeriz, memeden vazgeçeriz, kucaktan vazgeçeriz, tutuğumuz elden vazgeçeriz.
Ama aynı zamanda sevilmek, sayılmak, onaylanmak için isteklerimizden, arzularımızdan, beklentilerimizden vazgeçeriz.
--
Hayatımızın ikinci yarısına geldiğimizde ise Madagaskar’a inen ulaklar gibi dile getiremediğimiz bir özlem içinde amaçsızca yaşamanın suçluluğunu hissederiz.
Derken sanki ruh eşimizle karşılaşmış gibi bir esere denk geliriz. İçimizde bir şeyler yerine oturur. Sanatçıya dile getiremediğimizi dile getirdiği, acıyı güzele dönüştürdüğü ve kaybolanın henüz yitmediğini bize hatırlattığı için şükran duyarız.
Ama o kadar.
Oysa, Fromm’a göre bu çağrıya kulak vermemiz; ışığın süzüldüğü yerden içeri dalmamız gerekir.
İçimizdeki titreşim, bütünleşme çağrısıdır.
--
Çoğu insan tamamen doğmadan ölür der Erich Fromm ve ekler: Yaratıcılık ölmeden doğabilmek demektir.
Eşsiz eserler vermekten, inanılmaz performans sergilemekten bahsetmez psikanalist; belirsizliğe yönelik cesur bir atılımdan söz eder.
Yaratıcılık tavırdır. Konfor alanından, rutinden, alışkanlıklardan vazgeçip en korkunç olanı yapmak; neremiz sancıyorsa oraya dalmak demektir.
Şair Lorca’nın Cohen’e yazarlık konusundaki nasihati gibi; sancıyan bir kozmozda sancıyan insanlarız ve utanılır bir yanı yoktur bunun, çünkü ancak bu şekilde hem güneşi hem de ayı kucaklarız.
--
Hepimiz, bir zamanlar yarıda bıraktığımız o garip şeyin özlemini duyarız.
Rilke, kişinin kendi çocukluğunu anımsayarak geleceğini özlemesi der buna.
Ve özlemek, dünyaya özünü katmak ve anlam bulmak arzusuysa, şair “bizler, filizlenen özlemin kendisiyiz,” derken ne kadar da haklıdır.
Cohen’in bu bütünleşme özlemini kırılgan bir nezaketle sunduğu şarkı sözlerindeki dini motifleri inceleyen yazar Marcia Pally mükemmel bir şekilde her şeyi özetler:
“Hepimiz Godot’u bekleriz. Oysa buluşmaya bir türlü gelmeyen kendimiziz.”
Kaynaklar:
Erich Fromm - The Creative Attitude
Mark Merlis - An Arrow's Flight
İoanna Kuçuradi - Sanata Felsefeyle Bakmak
Susan Cain – Bittersweet
Marcia Pally - Leonard Cohen’s Jewish Theology and Theodicy - Journal of Religion and Popular Culture, Volume 32
Jeanette Bicknell - Musical Thrills and Chills
Jaime Lutz - Here's Why You Get Emotional Chills
Eugenio Borgna – Ruhun Yalnızlığı
--
LinkedIn tarafından öneriliyor
KENDİME NOTLAR
Her ne kadar güne başlamadan önce her sabah fotoğrafının önünde eğilsem ve Spotify istatistiklerine göre dünyanın sayılı Cohen dinleyicilerinden biri olsam da, içimi bahsettiğim şekilde titreten ve yol gösteren birçok şarkı arasında en belirleyici olanın Mor ve Ötesi’nden “Bir Derdim Var” olduğunu düşünüyorum.
Hatırlıyorum, 2004 yılında, İzmir Hatay Caddesi’nde yürüyordum. Şarkı birden, ölümcül bir darbe indirdi. Bütün tüylerim diken diken oldu. Elim ayağıma dolandı. Okyanus gibi hüzünle girdim eve. Üniversite eğitimi ile birlikte iyice ayyuka çıkan utangaçlığım ve sosyal anksiyetem bütün ilişkilerime zarar veriyordu. Nereye adım atacağımı, neyi seçeceğimi, kendimle ne yapacağımı bilmiyordum. Sanki her yerden aynı şeyi duyuyordum: Zeki çocuk ama…
“Anlatamadım, anlamadılar.” Bu kadar basitti her şey. Paniğe kapıldım, o kadar tuhaftı ki, böyle bitecekti işte hayat, ben anlatamayacaktım, onlar da anlamayacaktı. Ve bitti.
Şimdi, on sekiz sene sonra, ironik bir şekilde burada anlatıyorum ve herkes insanlar anlıyor.
Ama, o gün, burada verdiğim tavsiyeyi uygulamadım, zaten böyle bir şey bilmiyordum.
Kibirli maskemin ardından kendimden utanmaya, insanları suçlamaya ve kapasitemi baltalamaya birkaç yüz yıl daha devam ettim.
Bugün görüyorum; şarkının canımı yakmasının nedeni insanların anlayışsız olması değildi. Anlatabilecek yeterliliğe sahip olmama rağmen kendimi ortaya atacak kadar cesur olmamamdı.
Oysa anlatabilirmişim.
O adımı atabilirmişim.
--
ANKET: İÇİNİ TİTRETEN SANAT ESERİ
Dinlediğinde, izlediğinde, gördüğünde veya okuduğunda içini tuhaf bir şekilde titreten sanat eseri hangisiydi?
--
GEÇEN HAFTADAN BİR YANIT:
Geçen haftanın yazı çalışması sorusu, "Eğer aile albümündeki fotoğraflar, en neşeli, eğlenceli, özel anlarınızı değil de, sıradan günlerinizi gösterseydi, neye benzerlerdi?" idi. Yanıtlardan birini burada paylaşmak istedim:
"Televizyonun önünde kovboy filmi seyrederken bana bakması için seslendiğim ama beni görmek bilmeyen babam, ben ve TV'nin fotoğrafı. Annemin başını tutup ağlamaklı olduğu bir migren krizi fotoğrafı. Site parkını gören evimizin balkonundan salıncakta sallanan arkadaşlarıma baktığım bir fotoğraf. pazar günleri çizgi film izleyerek saatin 1 olmasını ve annemle babamın uyanmasını beklediğim bir fotoğraf."
--
SİZDEN GELENLER
Sercan Bey sordu:
Sevgili Huzursuz,
29 Yaşındayım. Küçük yaşlarımdan beri her zaman teknolojinin peşinden sürekli kendimi geliştirme ihtiyacımın olduğunu düşünerek koşarak devam etmeye çalıştım. Fakat bu teknolojiye yetişme her zaman kendime teknoloji gibi yeni bir şeyler katma ihtiyacının beni artık fazlasıyla yıprattığını düşünüyorum. Her zaman her an yeni bir şeyler öğrenmeliyim, kendimi geliştirmeliyim düşüncesinden çoğu zaman kurtulamıyorum. Bu yüzden ne kendime kattığım şeyler tam oluyor ne de artık sabrım kalıyor. Sürekli yeni şeyler kendime katmadığımda bir şeyler denemediğimde kendimi hep eksik hep geride hissetmekten alıkoyamıyorum.
3 Yıldır gibi bir süredir de psikoloğa gidiyorum bir yandan felsefe, psikoloji ve teknolojinin birçok alanıyla ilgileniyor veya ilgilenmeye çalışıyorum diyebilirim.
Neyi istediğimi bilmeden sürekli bir şeyler kovalamak gerçekten yıpratıcı seviyede artık. Yorum ve düşüncelerini çok merak ediyorum. Bu çıktığın yolda neredeyse en başlardan beri seni takip ediyorum. İstikrarın daim olsun, seviliyorsun.
--
Teknolojinin sürekli geliştiği ve bazı iş alanlarının yok olup, bazılarının yaratıldığı böylesine hızlı bir dönemde hayatımızın ilk yarısında sürekli araştırmak, geliştirmek ve denemek, hangi konuda uzmanlaşacağımızı seçmek hususunda iyi bir strateji olabilir. Ancak bir noktadan sonra seçim yapmak isteriz. Seçim yaptığımızda ise mesleğimiz ile ilgili daha derin bilgiler edinir ve uzmanlaşırız.
Sorun şu; tarih boyunca açlıktan ölmemek için çalıştık. “Mesleğim beni tanımlıyor,” “eğer sevdiğin işi yaparsan tek bir gün bile çalışmazsın” gibi cümleler çok yeni. Yüz yıl öncesine kadar babamız hangi tarlayı sürüyorsa biz de muhtemelen onu sürüyor olacaktık. Seçim yapabilmek güzel ancak bu kadar seçenek olunca kafamız karışıyor.
Sizin durumunuzda en iyi yol, önceliklerinizi belirleyip bir seçim yapmak olacaktır. Hatalı bir seçim yapsanız bile daha doğru seçimler yapmak için önünüzde zaman var. (Ki hatalı bir seçim yapsanız bile eminim çok şey öğreneceksiniz.) Belli ki bu seçimi yapmadığınız her gün, daha büyük bir baskı altında hissedeceksiniz.
Diğer yandan, madem felsefe, psikoloji ve teknlooji ile ilgileniyorsunuz, bu ilgi alanlarınızdan bazılarını veya tümünü kapsayan yaratıcı bir faaliyete girmenizi şiddetle tavsiye ederim. Benim yolculuğum da bu şekilde oldu. Önce alakasız bir işi kabul ettim. Sonra sosyal medya uzmanı olmaya karar verip beş yıl boyunca kendimi geliştirdim. Sonra bir yandan da psikoloji ve felsefe üzerine yazmak istedim ve yazıyorum.
Alain de Botton’ın Statü Endişesi kitabını tavsiye ederim.
--
Gözde Hanım sordu:
Merhaba Huzursuz,
Yargılanma korkusu? Bazen kendi kendimi bile yargılamaktan korkup düşüncelerimi ve hislerimi bastırıp sonra bu düşünceler benim değilmiş gibi yoluma devam ediyorum. Ama o duygular, düşünceler benim ve bundan kaçmak bu kadar kolay olsaydı sanırım şu an bunu yazıyor olmazdım.
Hayatımdaki en önemli ve faydalı dönüşümü sağlayan şey düşüncelerimi, hislerimi, hayallerimi, fantezilerimi bir kenara, davranışlarımı bir kenara ayırabilmek oldu. Herhangi bir duygum, düşüncem, hayalim veya fantezim konusunda kendimi suçlamayı bıraktım, çünkü artık onları sahiplenmedim. Ne zaman peydahlansalar, mümkün olduğunca tarafsız bir gözlemci gibi izlemeye, içgörü kazanabileceklerimden içgörü kazanmaya, haz duyabileceklerimden haz duymaya çalışıyor, hoşlanmadıklarımın ise geçmesini bekliyorum. Ve gerçekten de çok daha hızlı geçiyorlar.
Diğer taraftan eylemlerim bana ait. Eylemlerimi kontrol edebildiğim sürece içimden herhangi bir şeyin akıp gitmesine izin veriyorum.
Dolayısıyla size tavsiyem eylemlerinize odaklanmak olacaktır. Çünkü ne içimizde peydahlanan her şeyin nedeniyiz, ne de bizi yargılayan iç ses tamamen bize ait.
--
Bu haftanın bilgeliği sayın Fernando Pessoa'dan:
"Yaşamak, başkalarının niyetleri ile örgü örmektir."
--
Sevgili okuyucu,
Okuduğun için teşekkür ederim.
Huzursuz Beyin'e destek olmak istiyorsan lütfen profilinde, sayfalarında, gruplarında paylaş.
Sevgiler, iyi haftalar.
Huzursuz Beyin
Emre Özarslan