Son okuduklarım

Son okuduklarım

Son okuduklarım,

BİGE GÜVEN KIZILAY " Ankara diye insanlar vardır " ( 350 sayfa )

Öyle bir ilk 70 sayfa okudum ki, gözlerim dolu dolu. Zaten konu Atatürk olunca insan her okuduğunda hayretler içinde kalıyor. O'nun yaşamında tek kusuru var erken ölmesi...

Bence Bige hanım bu kitaptaki ilk 70 sayfa,hatta ilerleyen sayfalarda yazdığı ki en uzun alıntıyı ayırdım Nazilli Basma Sanayi Fabrikası gibi konulara değindiği ve aynı anlatım tarzıyla Kurtuluş savaşı ve Yeniden doğuş gibi bir kitabı mutlaka yazmalı.

Kitabın 70. sayfasından sonra anıları ile yoğrulmuş Ankara ve Türkiye tarihi var. Ben oraları okurken kendi anılarıma gömüldüm ki benzer yaşlar.

Bir hafta sonu okuması olarak çok iyi geldi,dinlendim,duygulandım, güldüm.

Kitaptan alıntılar,

- El konma ifadesi sizi şaşırtmasın; aslına bakarsanız, kelimenin tam anlamıyla "borç" olarak alınıyor milletten bu vergiler. Mustafa Kemal Paşa son derece kararlı, Tekâlif-i Milliye emirleriyle alınan her şey, "zaferden sonra” kuruşu kuruşuna halka geri ödenecek. Zengini, fakiri, köylüsü, kentlisi, tüm halk nesi varsa veriyor. Halk o denli fukara ki her hane bir takım çamaşır verebilecek varlıkta değil. Paşa bunun farkında elbette. O yüzden 2 nolu emrin B fıkrasında diyor ki, "Pek fakir hanenin bu teberrudan istisnası ve bu fakirin hissesinin diğer bir zengine tahvili komisyona aittir." Yani veremeyecek durumda olanların yerine komisyon daha varlıklı birinden onun payını alabilir.

Ama o "pek fakir" diye tarif edilen halk ne yapıyor? Yegåne çorabının tekini veya ayağındaki altı patlak çarığı bağışlayıp kendisi yalınayak geziyor...

- Bu arada Maarif Vekâleti, yani Milli Eğitim Bakanlığı, ken- dine ait bir çift at ve araba alacak bütçesi yokken, 1922 yılında, Himaye-i Etfal Cemiyeti (Çocukları Koruma Derneği) ile, "Çocukların hıfz-ı sıhhaya muvafık tarzda eğlencelerle meşgul olmaları için" çocuk parkı açıyor. Evet, yanlış okumadınız. 1922'de, onca fakirliğin, fukaralığın ve savaşın içinde çocuk parkı!

- Atatürk'ün "Her fabrika bir kaledir" sözünün eyleme geçmiş hali uzun bir alıntı yapmak istedim.

Nazilli Basma Sanayi Fabrikası,

Demiştik ya sosyal fabrika projesi diye, bakın nasıl detaylar dolduruyor projenin içini.

Fabrikada sinema salonu var. 1937 yılında 12 bin kişinin yaşadığı bir kentte, bu fabrika bünyesinde 700 kişilik bir sinema salonu açılıyor. İki defa memurlara, iki defa işçilere ve iki defa da ustalara olmak üzere haftada toplam altı defa film gösteriliyor. Geniş, kocaman bir balo salonu var. 1930'ların ortalarına kadar kadınlı erkekli hiçbir toplantıya katılmamış halk, fabrikanın organize ettiği balolar, danslar ve partilerle sosyalleşiyor ve en önemlisi de "kadın" ön plana çıkmaya başlıyor. Fabrikanın içinde kendine ait bir Halkevi var. İsmi de Sümer Halkevi. Bir fabrika bünyesinde açılan ilk ve tek halkevi burası. Çalışanların büyük çoğunluğu fabrika işçisi. Biçki-dikiş kurslarında her yıl birçok genç kız meslek sahibi oluyor. Halkevi civar köylere geziler düzenliyor, köylülerin sorunlarıyla ilgilenip onlara ilaç ve sağlık elemanı göndererek hastaların tedavisini sağlıyor. Bitmiyor güzellikler, Halkevi hazırladığı oyunları sergilesin diye fabrika içinde bir tiyatro sahnesi var. Korosu var fabrikanın. Çalışanlar arasında bir müzik grubu kurulmuş. Klasik müzik seslendiren grup Nazilli, Aydın ve Denizli'de konserler vererek "çoksesli" müziğin Anadolu'da tanınmasını sağlıyor. Fabrikada yemek aralarında dünya klasiklerinden eserler okuyan bu koro (grup), işçilerin Beethoven dinleme zevkine ulaşmalarını sağlıyor. Olanaklar öylesine müthiş ki fabrikada, çalmayı bilen işçilerin kullanımlarına açık bir de piyano var.

Sayıyorum bakın, hâlâ bitmedi. Hamamı var fabrikanın. Üstelik sadece işçilere değil, Nazilli halkına da açık. Spor kulubü var. Spor sahası var, hem de sıkı durun, Türkiye'nin ilk alttan ısıtmalı futbol sahası bu. 40 yataklı hastanesi ve eczanesi var. Nazilli'nin kâbusu haline gelen sıtma hastalığı, fabrikanın sağlık ekibi tarafından kurutulmuş mesela. İşçiler için beş sırıflı bir okuma-yazma kursu, daha doğrusu küçük bir okul var. Sümer İlköğretim Okulu adlı bu işçi okulunun 980 öğrencilik kontenjanı var.

Ağzınız açık kaldı biliyorum, ama saymaya devam ediyorum. İşçi radyosu var. İşçi çocukları için 26 yatak ve 40 mevcutlu bir kreş var. İşçiler ve memurlar, fabrikanın hemen önünde özel olarak inşa edilen 264 dairelik ve 1.000 kişilik lojmanlarda çok uygun bir ücretle kalırken, bekâr işçiler için 350 kişilik bir "Bekar İşçi Pavyonu" var. Lojmanda kalamayan işçi ve memurları şehirden fabrikaya taşımak için düzenli seferler yapan, GIDI GIDI adı verilen mini bir tren kullanılıyor. Ve bir de kooperatif var, yiyecek ve giyeceklerini temin etmek için.

Bedri Rahmi Eyüboğlu anlatıyor. İşçilerin çoğu, yol dümdüz olduğu için bisikletle gidip gelirmiş. Dolayısıyla fabrikanın içinde genişçe bir bisiklet garajı var. "Bana Anadolu'da bir kaza merkezinde, işine bisikletle giden beş yüz işçi gördüm deseler kolay kolay aklım yatmazdı" diyor Bedri Rahmi. Yine onun anlattıkları içinde mesela beni çok etkileyen, boya bölümünde çalışan işçilere, zehirlenmesinler diye düzenli olarak süt ve yoğurt verilmesi var. Ah, o inceliklerin Türkiyesi...

PETER SINGER " Marx / çok kısa bir başlangıç" ( 144 sayfa )

Bu kısa bir başlangıç kitaplarını çok sevdim. Girmekten korktuğunuz suya alıştıra alıştıra girmenizi veya hiç girmemenizi sağlıyor.

Çeviri ve emeği için sevgili Cenk Özdağ'a teşekkürlerimle.

Kitaptan alıntılar,

- Marx'ın klasik iktisatçılardan çıkardığı diğer bir nokta da şudur: İşçi istihdam edenler -kapitalistler- zenginliklerini bu işçilerin emeği sayesinde büyütürler. İşçilerinin ürettiği değerin belirli bir kısmını kendileri için ayırarak zenginleşirler. Sermaye, birikmiş emekten başka bir şey değildir. İşçinin emeği işverenin sermayesini arttırır. Artan bu sermayeyse daha büyük fabrikalar inşa etmekte ve daha fazla makine almakta kullanılır. Makineler karmaşıklaşıp daha da geliştikçe iş bölümünü arttırır ve böylelikle kendi hesabına çalışan işçiler pazarın dışına itilmiş olur. Önceden kendi hesabı için çalışanlarınsa emeklerini pazarda satmaktan başka çareleri yoktur bundan böyle. Bu da iş peşinde koşan işçiler arasındaki rekabeti kızıştırır, dolayısıyla ücretler düşer.

- İşçi kendisini işinde ne kadar dışsallaştırırsa, o denli güçlü bir şekilde yabancılaşır, kendisinin yarattığı nesnel dünya o denli kendisine karşı durur, içsel yaşamında o denli yoksullaşır ve içsel yaşamını kendi yaşamı olarak görmesi o denli güçleşir. Tıpkı dindeki gibi... İnsan Tanrı'ya ne kadar çok şey yüklerse kendisinde o kadar az şey kalır. İşçi kendi hayatını nesneye yükler. Bunun anlamıysa işçinin hayatının artık işçiye değil, nesneye ait olduğudur... İşçinin kendi ürününde dışsallaşması, emeğinin bir nesne, diğer bir deyişle dışsal bir varoluş hâline gelmesinin yanı sıra işçinin emeğinin işçinin dışında da bağımsız ve yabancı bir şey olarak varolması anlamına gelir. Dahası, emeği, işçinin karşısında kendine yeter bir güç haline gelir, işçinin nesneye bahşettiği hayat işçiyi hakir görür, ona düşman ve yabancı hâle gelir.

- Marx'ın nesneleşmiş emekle canlı emek arasında yaptığı bu ayrımın maksadı nedir? Nesneleşmiş emek, kapitalistin ödemesini yaptığı önceden belirlenmiş miktardır; örneğin, işçinin bir günlük emeğinin bedelidir. Nesneleşmiş emek, meta olarak emektir. Bu metanın değişim değeri bu metanın üretimi için gerekli miktardır, diğer bir deyişle işçiyi hayatta tutmak ve neslini devam ettirmesini sağlamak için gerekli miktardır. Bu sayede, sürekli bir emek arzı olacaktır. Ne var ki, emekle sermayenin değiş tokuşunun ikili bir doğası vardır. Kapitalist, işçinin emek gücünün kullanımını önceden belirlenmiş bir süre için -diyelim ki bir günlüğüne- elde eder ve bu emek gücünü bu güçle erişebileceği azami zenginliği üretmekte kullanır. Sermayenin "canlı emek❞i satın aldığını söylerken Marx'ın kastettiği budur işte. Kapitalistin işçinin emek gücünden yararlanarak elde edebileceklerinden bağımsız olarak işçi sabit bir meblağ alır.

- Engels, Marx'ın cenazesinde yaptığı konuşmasında, Marx'ın büyük keşiflerinin ikincisinin "artı değer" olduğunu söylemiştir. Artı değer, kapitalistin satın aldığı emek gücünden elde edebildiği, ödemek zorunda olduğu değişim değerinin üstündeki değerdir. Artı değer; yaratıcı, üretici bir güç olan emek gücü ile nesneleşmiş bir meta olarak emek-zaman arasındaki farktır.

Bir işçiyi hayatta ve neslini devam ettirebilir durumda tutmanın günlük maliyeti 1 sterlin olsun ve bir günlük çalışma süresi 12 saat olsun. Bu durumda, 12 saatlik emeğin değişim değeri 1 sterlin olur. Bu rakamın üstündeki dalgalanmalar kısa sürer; çünkü işsizler arasında işe girme rekabeti bu değeri aşağı çekecektir. Öte yandan, diyelim ki üretim güçlerinin gelişimi sayesinde bir işçinin emek gücünün belirli bir ham maddenin değerine yalnızca 6 saatte 1 sterlin eklemek için kullanılabilsin. Bu durumda, işçi gerçekte kendi ücreti- ni 6 saatte kazanabilir. Fakat kapitalist, işçinin emek gücü- nün 12 saatini 1 sterlinle satın almış durumdadır ve geriye kalan altı saati işçiden artı değeri çıkartmak için kullanabilir. Marx'ın öne sürdüğü üzere, sermayenin işçi üzerindeki hâkimiyetini arttırmada işçinin yaratıcı gücünü nasıl kullandığının sırrı işte burada yatar.

PIERRE FRANCKH " Rezonans kanunu " ( 206 sayfa )

Bu aralar çok kişinin elinde görünce bir okuyayım dedim, çok tarzım değil aslında. Beğenip beğenmeme konusunda bir fikir vermeyeceğim, içindeki bir söz,kelime sizin farklı düşünmenizi sağlıyorsa bence kitap görevini yerine getirmiştir.

Kitaptan bağımsız benim düşüncem hayat kısa ,güzeli görerek yaşamakta,her gün gergin yaşamakta sizin elinizde. Gülmek,hayatı ciddiye alınacak kadar ciddiye almak önemli. Bazen,hatta çoğu zaman o ne düşünür,bunu söylersem kırıcı olur muyum, istemiyorum ama şimdi söylesem tatsızlık çıkacak şeklinde kendi hayatımızı zehir ediyoruz ki ben de böyleyim çoğu zaman,işte bunun yerine içimizden gelene yön vermemiz sanki daha doğru.

İyi , iyiyi kötü kötüyü çeker.

Bir yankı vadisinde ne diye bağırırsanız o sesin yankısı size ulaşır.

Ben bu hayatın içine katılmış bir lezzetim ...

Tabii bunlar benim düşüncelerim ama kitabın içinde neler diyor kısaca,

Kitaptan alıntılar,

- Bizi çevreleyen her şeyden ayrı olduğumuza, başımıza gelenler karşısında güçsüz olduğumuza, kurban konumunda olduğumuzu, her şeyin tesadüf olduğuna, hayatın karmakarışık ve kaotik olaylardan oluştuğuna, dünyada haksızlığın hüküm sürdüğüne, hastalıklar konusunda hiçbir etkiye sahip olmadığımıza, hayatta hiçbir şeye hakkımızın olmadığına, talihe ve talihsizliğin körlemesine gerçekleştiğine,vücudumuzun bizden bağımsız olduğuna,kendi yaratıcılığımızın üstünde hiçbir etkimizin bulunmadığına ne kadar inanırsak o kadar endişelerle dolu bir hayat yaratmış oluruz.

Okumak sağlıklıdır

Levent Öztürk...

Yorumları görmek veya yorum eklemek için oturum açın

Diğer görüntülenenler