TRANSHÜMANİZM ve NECİP FAZIL
Necip Fazıl’ın Bir Adam Yaratmak oyununu Şehir Tiyatrolarında izlediğimde aradan geçen uzun süreye rağmen aklımdan bir türlü çıkmayan iki replik vardı: “Ben şehirleri, sokakları, kahveleri dolduran seri malı insanlardan değilim. Keşke onlardan olsaydım (….) Ben içindeki hayvanı ürkütmüş, incitmiş bir hastayım.” Hüsrev’in çevresindeki normal olan her şeye verdiği bu eşsiz tepki, o zaman diğerlerinden bizi ayıran yönlerimiz üzerine ne yazık ki beni – devamını uzun yıllar getiremediğim- bir düşünce silsilesine davet etmişti.
Oyunun devamında sahne arkasında babasının kendini astığı ağaçla somutlaşmaya başlayan Hüsrev’in ölüm korkusu, akıbetinin de aynı olacağı endişesiyle karışmaya başlıyordu. Hüsrev’in ölümden korkusu belki de hepimiz için geçerli olan “Allahım, ben yok olamam! Her şey olurum yok olamam.” Çığlıklarının devamında “Bu dünyada bırakamıyacağım hiçbir şey yok. Ne deniz, ne ağaç, ne şehir, ne ev, ne kadın, ne de ben. (Eliyle göğsüne çarpar.) Bu kalıbım, bu zarfım, bu kafesimle ben. Onların hepsini bırakabilirim. Fakat şuurumu, bilmek, duymak, var olmak şuurumu bırakamam.” Sözleriyle salonda yankılanan “yok olmak” temi beni derinden etkilemişti.
Bilinç, ruh, şuur üzerine felsefecilerin, nörobilimcilerin ve bilim adamlarının didik ettiği beynimizden elde ettiğimiz elektriksel sinyaller dışında gözle görülür bir şeyin olmaması işin sonunu “Beyin hala büyük bir muamma” ile bitirmek cevabı bulunmayan sorular olarak tarihteki yerini almaya devam ediyor. Dopamin, endorfin, adrenalin, seratonin gibi kimyasal süreçlerin beyindeki şimşek çakmalarıyla gözlemleyebildiğimiz duygu durumlarımız bizi hala tatmin etmiyor. Öldükten sonra yirmi bir gramlık bir yükün vücudumuzdan ayrılması ve teolojik kaynaklar ile üzerine sürekli konuştuğumuz bilinç-ruh eşlenikliği dışında elimizde bir şey yok gibi geliyor.
Bilinç de ruhla birlikte mi gidiyor? Ölümsüzlük için bilincin devamlılığı yeterli mi gibi sorular hala “deli sorular” olarak bir yerlerde zihnimizi kaşımaya devam ediyor.
Teolojik kaynaklara dönersek birçok dinde aslında bedenen tekrar hayata döndürülmek üzerine ayetlerden bahsediliyor. İnancımızda beden yok olsa da onun tekrar bir araya getirilerek hayata döndürüleceğine inanıyoruz. Ancak burada tartışmalar devam etse de bir ruhun tekrar bedene girerek hayata döndürüleceğine dair bir kanıta rastlamıyoruz. Birkaç örnekle açıklamak gerekirse
“Bir de şöyle dediler: “Biz kupkuru bir kemik yığını ve ufalanmış bir avuç toprak hâline geldiğimiz zaman mı, yani biz o halde iken mi yeni bir yaratılışla tekrar diriltileceğiz? Bu, olacak şey değil!” İsrâ / 49. Ayet
“Ölüp de taş, demir vb. haline geldikten sonra bizi kim yeniden yaratacak?”[1] ve Cennette ve Cehennemde insanların deneyimleyeceği ödül cezayı da yine bedenen var olarak yaşayacağı -elleriniz şahit olacak- belirtilmekte. Bu da ruhun İslam’ın ruhu, bedenle ilişkilendirdiğinin ispatı olarak karşımıza çıkmaktadır. İskenderiyeli Klement’in Mesih’in tekrar dünyaya gelmesi konusunda “nasıl tanrı olunacağını bir insandan öğrenebilesiniz diye” ölümlü bir bedene atıfta bulunmaktadır.
Allah’ın kendi ruhundan üflemesi daha çok hayat vermek anlamında anlamlandırılmaktadır. Ayrıca Allah’ın Kâlû Belâ’da ruhlarla bir sözleşme yapılması konusu da birçok tefsir ve meal tartışmalarına sebebiyet vermiş ancak işin sonunda buradaki ruhların varlığından daha çok mecazen bir sözleşmeden bahsedildiği konusunda güçlü bir ortak karara varıldığı görülmektedir.
Transhümanizm Perspektifinden Ölümsüzlük
Teolojik kaynakların referansına, ruhun tinsel bir motif haline getirilmesi sebebiyle girmek istedim. Felsefe alanında da ruhun varlığına dair bilinçle bir arada düşünülen bir olgu ortaya çıkmakta. Yani ruh=bilinç gibi bir anlam birliği ile ikisine de açıklamayı net yapamıyoruz o zaman ikisi de aynıdır gibi tümevarım görmekteyim.
Silikon Vadisinde baskın olmaya başlayan Transhümanizm akımı bize yeni cevaplar sunmaya başladığını uzun zamandır iddia ediyordu. Singularity, Etik ve Gelişen Teknolojiler Entitüsü, Dünya Transhümanist Birliği gibi araştırma merkezlerinin çalışmaları artık bilinç ya da benliğin makineye aktarımından bahsetmeye başladı. Temsilcisi de Nörolink gibi çalışmaları ile insanlı deneylere izin alan Elon Musk olarak karşımıza çıkıyor.
Bu bilgiler ışığında bilincin bir makineye aktarılması ile ölümsüzlük sağlanabilir mi? Felsefe tartışmalarında bu sefer işin yeni bir boyutu ortaya çıkıyor. Önceden bilinç, ruh dediğimiz yapının bir makineye aktarılması ile yaşamaya devam etmemiz -ki buna yaşamak denirse- ölümsüzlüğü getirir mi?
Özetlemek gerekirse Transhümanistler ölümsüzlüğün teknoloji sayesinde iki şekilde gerçekleşeceğine inanıyorlar. Birincisi bilincimizin bir makineye yani YZ’ye aktarılması ile ikincisi ise bozulan organların yerine implant teknolojisi ile mekanik organların takılması ile. Her ikisi de bizi insanlığımızdan uzaklaştıracak teoriler olarak görülüyor. Çünkü bilincimizi bir makineye aktardığımızda ilk soracağımız soru “Sen gerçekten sen misin?” olacaktır ve cevap “Evet!” bile olsa bu bizi tatmin etmeyecektir çünkü karşımızdaki varlık etten bir bedene sahip olmayacaktır. İkincisi ise bedenen gözüken şeye karşılık uzun süre yaşayan bir varlığa karşı “insan” dememizin artık mümkün olmayacağıdır çünkü yavaş yavaş makineleşen bir yapıdan bahsediyor olacağız.
LinkedIn tarafından öneriliyor
Bizi insan yapan duygularımız olabilir mi?
İnsanın içindeki yapılarla bir makineyi karşılaştırdığımızda aslında arada pek de bir fark olmadığını düşünebiliriz. Karmaşık bir dolaşım sistemi, sistemi harekete geçiren organik yapılar, kalp ve beyin yapısı ile motor yağı yerine kan kullanan bir mekanik sistemden bahsedebiliriz. Bu sebeple bilinci aradığımız yer beyin oluyor ve onun da içinde nöronların elektrik akımı gibi öğrenmeyi, hatırlamayı ve duyguları tetikleyen düzeneğe şahit oluyoruz. Ruhu bedenden ayrı düşünmeyişimizin sebebi olarak her zaman fiziki acıdan, mutluluktan kısaca bedenin sağladığı deneyimlerden bahsediyoruz. Duygusal problemler de beyindeki nöral ağların birbirleriyle iletişim kurmasıyla ortaya çıkıyor. Yani 0 ve 1’ler gibi bununla karşılaşırsan bu tepkiyi ver emri.
O yüzden bize duygularımızın deneyimlettiği hayatın ölümsüzlüğünü gerçekten ister miyiz? Bu soruyu dini açıdan sormuyorum orada katı bir inanca sahip herkes tabi ki hayır diyecek o zaman sınav yeri dünyanın varlığına ne gerek var diyeceklerdir. Buradaki asıl sorum, öz olarak bu hayata devam etmek isteyip istemediğimiz. Bunun da birçok duygusal sebebi var. Mutlu olmadığımız bir dünyada neden ölümsüz olmak isteyelim ki? Tam tersi de mutlu, zengin ve güçlü insanların da ölümü istememesi gayet doğal.
Altered Carbon dizisindeki gibi bilincin herhangi bir bedene aktarılması hikayesinde, herkesin ölümsüzlük hakkı vardır ama cebinizdeki paraya göre bedenlenebilirsin ütopyasında olduğu gibi nasıl bir bedenle -ya da YZ ile- ölümsüz olacağımız da yeni tartışma konularından biri olacak gibi.
Ben Yok Olamam!
Yıllar önceki tiyatro salonuna geri dönersek Bir Adam Yaratmak oyunundaki “Her şey benim olsun, vereyim, gökler, yıldızlar, gökteki samanyolu, ay, dünya vereyim. Fakat aklım bana kalsın! (Acı acı ulur) Aklım bana kalsın! Aklım!..” cümleleri bana şimdi bambaşka bir perspektif sunuyor. Cümleleri, anları, anıları, kitaplardaki pasajları, insanlarla kurduğumuz ilişkilerdeki duyguların bazılarını üzerinden ne kadar geçerse geçsin unutmamamızın bir sebebi olduğuna inanıyorum hep. Bu başıboş anlar uçuşan toz tanecikleri gibi belleğimizde güneş ışığı hüzmesine denk geldiğinde görünmeleri gibi birden beliriverirler. Anlamlarını bulacakları, yapbozun son parçasıyla bütünü tamamlayacakları görevlerini yerine getirene kadar uçuşur, gözükür ve kaybolurlar sanki.
Uğruna bu kadar hayatta kalmak için mücadele ettiğimiz şeyler aslında aklımızdakiler. Bu dünyaya miras bırakacaklarımız ve hikayeye olan katkımızın nereye varacağına şahit olmanın verdiği dayanılmaz merak. Bu bedenle deneyimlediğimiz her şey bizim için anlamlı hale geliyor. Bizi dış görünüşümüzle seviyor, nefret ediyorlar. Sonrasında bize duygularımızla, paramızla, gücümüzle de saygı duyuyorlar. Konuşmadıkça, davranmadıkça, harekete geçmedikçe aklımızdakileri gösteremediğimiz kişiliğimin, YZ’ye aktarılmasından sonra whatsapptan yazıştığımda alaycılığımı, hiddetimi, korkularımı gösterememem gibi yapay bir “ben” olmasına izin verir miyim bilemedim.
Geride kalanlara miras olarak bıraktığım bilincimin artık bir amacı olacak mı? Bu dünyadan bedenen ayrıldıktan sonra bunu gerçekten önemseyecek miyim? Daha doğrusu YZ’nin içindeyken gerçekten “ben” olduğumu fark edebilecek miyim?
O yüzden bırakın Aklım “bana” kalsın. Yaptıklarım, ürettiklerim de “size” kalsın…
[1] Muhammed b. Cerîr et-Taberî, Câmiu’l-beyân an te'vîli âyi'l-Kur'ân, thk. Ahmed Muhammed Şâkir (b.y.: Müessesetü’r-risâle, 2000), 17/465.