Ali Bey - Birinci Bölüm
İki çocuklu, orta yaşlı, dökük saçlı ve az göbekli bir ademoğlu. Boyu posu yerinde, yediğine içtiğine dikkat edip spora başlasa, aslında yakışıklı. İşe gidiş ve eve dönüş saatleri değişmeyen, her sabah aynı duraktan bindiği servisten, her akşam aynı durakta inen, masa başında birtakım yazıların hazırlanmasından ibaret beklentileri büyük başarı ile karşılayan Ali Bey, hep dertlenip durmasıyla ünlü. Bugüne kadar dertlenip durduğu konuları / sorunları değiştirmek için bir önerisini duyan olmamış. Ali Bey, hep dertlendiği şeylerin büyük çoğunluğunu zamansızlık yüzünden yapamadığını düşünür. Ah şu zaman sorununu bir çözebilse, neler neler yapacaktır ama işte, zamansızlık. İş nasıl diye soranlara, koşturmaca, diye yanıt verir hep oysa bırakın koşturduğunu, hızlı yürüdüğünü bile gören yoktur.
İyi bir üniversitenin iyi bir bölümünden mezun olmasını, her yeri geldiğinde, hatta çoğunlukla yeri gelmediğinde de, vurgulamayı sever. Üniversiteyi bitireli yıllar olmuştur ama hâlâ üniversite sınavında hangi testten kaç doğru yaptığını unutmamıştır.
İşte bu Ali, bir sabah, her zamankinden önce uyanır ve macera başlar...
Sabahın kör karanlığında ne yapacağını bilemeden sağına soluna bakıp durdu bir süre. Biraz daha uyusam iyi olacak diye gözlerini kapatsa bile, başaramadı yeniden uykuya dalmayı. Ayak ucuna basarak ve olabildiğince az gürültü çıkartarak salona gitti. Sehpanın üzerinde duran "okunacak kitaplar yığınından" bir tanesini çekti ve koltuğuna kuruldu.
Saate baktığında, çocukları uyandırma vaktinin geldiğini görüp şaşırdı. İki saat boyunca televizyon sesi, komşu gürültüsü, sokak bağrışmaları olmadan kitabını okumuştu.
Servis, evine yakın bir duraktan geçip, diğer yolcularını aldıktan sonra, evine uzak bir durağa uğrayıp iş yerine gidiyordu. Ali Bey, evine en yakın durağa zor zahmet yürüyüp binerdi servise. O sabah, kitap okuyabilmiş olmanın mutluluğu ile uzun yürümek istedi. Günlük işleri arasından, "sabah haberleri izlenecek" maddesini silip yerine "sabah yürüyüşü yapılacak"ı koydu.
Servise bindiğinde, uyandığından bu yana yaptıklarını düşünüp gülümsedi. Bir şeylerin değişmeye başladığını farketmenin verdiği heyecanla, kulaklığını taktı ve yolu izlemeye koyuldu.
İşyerine her zamanki saatte gelmiş olsa da her zamanki Ali değildi. Sebepsiz bir mutluluk vardı üzerinde. Sanki arefe günü olduğu için öğlene kadar "çalışacak" sonra Kızılay'da dolanıp eve gidecekmiş gibi hissediyordu. Oysa ne arefe günüydü ne de Kızılay'a gidecekti.
Okuduğum kitabın etkisi olsa gerek diye düşündü. Özgür’ün verdiği Reenkarnasyon Kulübü adlı sürükleyici bir romana başlamıştı. Kaan Arslanoğlu'nu oldum olası severek okurdu zaten ama bu son roman...
Olmayan işine başlamak istedi. İşinin olmaması, işe başlamasına engel değildi. İşe başlamak demek, masasına kurulup bilgisayarını açmaktan ibaretti. Bu ikisini birlikte yaptığı sürece, işe başlamış sayılıyordu. Bilgisayarı açmadan, masada oturup kitap okumak, istenmeyen bir davranıştı. Bilgisayarı açıp kütüphaneye gitmek de aynı şekilde hoş görülmezdi. Masanın başında ve bilgisayarın karşısında olduğu sürece ne yaptığı kimsenin umurunda olmuyordu.
Acaba reenkarnasyon gerçek mi? Gerçekse eğer, bir önceki hayatımda kimdim? Bir sonrakinde kim olacağım? Hep bu roman yüzünden karışıyor kafam.
Oda arkadaşı Cihan'ın söylediğini duymamış, kafasında aynı sorular dönüp duruyordu.
Bu kez daha yüksek sesle sordu Cihan.
Boş laflara karnım tok, senin gibileri çok gördüm. Onca sene böyle gezer tozar, yaş kemâle yaklaşınca, biraz da yalnız öleceğim korkusuyla evlenirler, bizlerin gençken yaşadıklarını ellisinden sonra yaşamaya başlarlar...
Aklından bunları geçirse de hiçbirisini söylemedi Cihan'a. Erken uyanmanın sonucu, öğlen olmadan esnemeye başladı. Masanın başında oturmayı sürdürse, uyuya kalacaktı. Kalkıp çay makinesine gitti. Makinenin yaptığı çayı hiç sevmese de uyumak, iş yerinde yapılacak şey değildi. Aslında, iş yerinde uyumaya kimsenin bir şey dediği yoktu, kızılan ya da daha doğrusu kınanan, gözler kapalı uyumaktı.
Bilgisayarında akan görüntülere boş boş bakarken saatin bu kadar ilerlediğini fark etmedi. Cihan'ın seslenmesiyle irkildi:
- Abi, haydi gidelim, servise gecikeceksin.
Servis, kafasını kaldırıp duvardaki saate baktı. Öyle ya, servis saati gelmiş. Demek ki bugün de bitti.
- Sen çık Cihan. Bizim servis geç geliyor bu aralar. Seni geciktirmeyeyim. Belki Kızılay'a uğrayacağım zaten.
- Peki abi, yengeye saygılar, çocuklara selamlar.
LinkedIn tarafından öneriliyor
- Eyvallah, söylerim.
Sevinç duysa sinir olur, yenge, nereden yengen oluyorum diye.
Sevinç, arada takılsam bile Sev - İnç diye, eskisi kadar komik gelmiyor ikimize de. İlk tanışmamızda, bir de erkek kardeşin vardır kesin Er - inç adında demiştim. Okuldan gelmiş, çocukları karşılamış ve yemeklerini yedirip ödevlerinin başına oturtmuştur çoktan. Sabahtan akşama okuldaki öğrencilere sesini duyurmaya çalışmaktan bunalmış, bitmek üzere olan sabrını, çocuklarını iyi yetiştirmek uğruna harcayan fedakâr Sevinç Hoca.
Servise doğru yürürken, evi düşünüyordu. Pek cazip görünmedi, aklına gelen manzara. Telefonunu arka cebinden çıkardı.
- Anne, telefonun çalıyor.
- Anne, duymuyor musun, telefonun çalıyor.
- Bas bas bağıracağına baksana yavrum.
- Anne babammış arayan. Alo, babacığım... Aaa, sana çok önemli haberlerim vardı, artık gelince konuşuruz... Geldiğinde uyumuş olursam da iyi uykular öpücüğünü unutma olur mu?... Annem mutfakta dur ona vereyim... Peki, o zaman, çok öpüyorum.
- Anne, babam Kızılay'a uğrayıp gelecekmiş.
- Peki yavrum.
Sevinç, günün yorgunluğunu katlayan son haber ile enerjisinin çekildiğini hissetti.
Bir işe yarayacak ya, hemen kaybolur ortalıktan. Oysa bu akşam çocuklara matematik çalıştıracaktı. Sabahtan akşama elalemin çocuklarına ana dillerini anlatabilmek için canım çıkıyor, adam oturmaktan yoruluyor. Akşam olunca, eve bile gelmiyor beyefendi. Ah, ah... Hem arkadaşlarım hem babam demişti bu Ali'den baba olmaz diye ama gençlik işte, yaptık bir hata.
Kızılay’a geldiğinde nereye gideceğini biliyordu Ali. Mülkiyeli olmasa bile Mülkiyeliler Birliği’nin lokali Yüksel Caddesi’nde sakince oturup birasını yudumlayabileceği, yüksek sesli müzik çalmayan ve şanslı günündeyse Oda’dan birkaç arkadaş görüp sohbet edebileceği bir mekândı. Bu kez de öyle yaptı. Kapıda bekleyen görevliye, sanki mekânın müdavimiymiş gibi, başıyla selam verip içeri girdi. Gide gele garsonları tanıyordu ama ziyaretleri arasında aylar olduğu için garsonlar onu tanımıyordu. İnsan sarrafı olmuş garsonlar, Ali’nin bakışlarından ve tavırlarından mekân müdavimi ağırlaması isteyen birisinin geldiğini anladı.
Şef garson Sedat, babacan bir tavırla,
Garson gidince cebini yokladı. Naneli sakız kutusunun sesini duyunca rahatladı. İki tane atınca ağzına ne koku ne bir şey. Sevinç kesin kızar şimdi sakız olmasa. Gerçi anlıyor bence ama ses etmiyor. Şu hayatta sosyalleştiğim tek yer burası.
Az uykunun üstüne bir de akşam birası, uykusunu getirmişti. Metroya bindiğinde, eskiden olsa son durağa kadar gidecek olmanın rahatlığı ile, boş koltuklardan birisine yığılıverirdi. Törekent’e devam eden hat yüzünden, ineceği durak, artık son durak değildi. Sabahki enerjisinden eser kalmamıştı. Oysa iki saat kitap okuyup servise başka bir duraktan binmenin hayatını değiştirecek adımların başlangıcı olduğunu düşünerek heyecanlanmıştı.
Maratonlar da ilk adımlarla başlamaz mıydı?
Gözlerini açık tutmaya çalışmak bir yere kadar işe yarar, en iyisi şu delikanlıdan rica etmek diye düşündü.
Eskiden abi derlerdi. Eskiden genç görünürdüm yaşımdan. Neyse, gene toparlarım, daha ölmedim.
Yanında oturan gencin dürtmesi ile uyanan ve bir süre nerede olduğunu anlamakta zorlanan Ali, ertesi sabah da erken uyanabilmek amacıyla hızlı adımlarla evinin yolunu tuttu. Yürürken bir yandan kendine tekrar edip duruyordu, maraton da adım adım koşulur…