Ruhuma Hicranımı Sardım da Yine...
Ve hayatımda, aynı anda hiç böylesine kendimden kopmuş ve bir o kadar da kendimde hissetmemiştim. (Albert Camus)

Ruhuma Hicranımı Sardım da Yine...

Tüm insanlık için çok farklı, ilginç ve zor bir dönem yaşıyoruz. Salgın nedeni ile insanların çoğunlukla evlerine kapandığı, sosyalleşmenin ve beraber zaman geçirmenin zorlaştığı belki yüz yılda bir defa karşılaşılabilecek bir simülasyonun içinde gibiyiz. Sanki birileri bizi sınıyor, sanki böyle bir durumda ne yapabileceğimiz deneniyor ve gözlemleniyor. İnsanlık tarihi için çok önemli bir dönem yaşanıyor ve bunun bizzat başrolündeyiz.

Bu süreçte birçok ilginç gerçeklikle karşılaştık. Aynı evde yaşayan kişilerin birbirlerine karşı olan toleranslarının azaldığı, davranışların ve düşünce yapılarının değiştiği, doğru ya da yanlışa götüren sorgulamaların yapıldığı ve ilk defa yüzleştiğimiz böyle bir durumda ilişkilerin çatırdamasına şahit oluyoruz. İnsanlar böyle bir ortamda en yakınları ile olan ilişkilerini bile yönetmekte ve yürütmekte zorlanıyor. Anlayacağınız kafalar karışık.

Bu yazıda bunun nedenlerini tartışmaktan çok yolunu kaybetmiş dostlara Aristoteles'in ve Dücane Cündioğlu'nun düşüncelerinden faydalanarak biraz dokunabilmeyi isterim.

Geçmişten bu yana yazılı eserlerin neredeyse tümünde ele alınan ortak tema nedir diye baktığımızda tek bir simge görürüz. Tüm kutsal ya da kutsal olmayan metinlerde, halk türkülerinde, dönemi için entelektüel sayılan insanların dinlediği, okuduğu tüm şiirler ve şarkılarda aynı ortak tema bulunur. Bu da değişmez bir şekilde ayrılıktır.

En az iki bin yıldır gerek felsefede gerekse edebiyatta bütün temel sorun ayrılık sorunudur. Örneğin Homeros’u okuduğunuzda bile, Odysseia’da da İlyada da ayrılış ve dönüş öyküsü görürsünüz. Dünyadaki bütün mitlerin ve öykülerin en temel teması güneşin doğuşu ve batışıdır. Güneş mutlaka doğar ve batar. Hatta bütün kutsal öyküler de güneşin doğuşu ve batışıyla alakalıdır. Güneşin batışı ölümü simgeler. Dinlerin ahiret fikri bile buraya dayanır. Batış varsa doğuş vardır. Hz.İsa’nın geri geleceğine olan inanç, Mesih ve Mehdi beklentisi, vb. bunların tamamı döngünün devam edeceğini haykırır.

İşin tüm sırrı bir döngüye dayanmasıdır. Tüm kıssalar, metaforlar ve alegoriler sürekli bu doğuş ve batışı anlatır. Döngü varsa ayrılık vardır, ayrılık varsa birleşme vardır. Prenses kaçırılır, güneş batar. Bir kahraman çıkar şeytanlarla dövüşür, prensesi kurtarır. Güneş doğar. Güneş ısı ve ışık kaynağı olduğundan yaşamın kaynağının güneş olduğunu insanlık ilk günden beri bilir.

İnsan daima öngörülebilir bir yaşam ve düzen arayışındadır. Bunun temelinde güvenlik duygusu ağır basar. İnsanın bütün sorunları güven kavramı üstüne oturur. İnsanlar bu güveni gökte bulmuşlardır. Çıplak gözle bakıldığında gök hiç değişmiyor demişlerdir. O nedenle gök her daim kutsaldır. Birçok simge buradan alınır. Satürn melankolinin simgesidir mesela. Bunun bir de anatomik karşılığı vardır. Geleneksel tıpta insan vücudundaki sıvılar balgam, sarı safra ve kan olarak belirlenirken kara safra da bunlara eklenir ve onun da melankoli nedeni olduğuna vurgu yapılır. Eski uygarlıklarda astronomi bilmeden tıp, tıp bilmeden astronomi bilinemez. Hatta fizik ve matematik de astronomiden doğmuştur.

Bu girişin ardından biraz kavramlara bakalım:

Ayrılık kelimesine Türkçe’de karşılık gelen iki kelime daha vardır. Birisi firak, diğeri de hicrandır. Firak ve hicran ayrılmak demektir. Ayrılmak dediğimizde bunun taraflarını da belirtmek gerekir. Bir terk eden vardır, bir de terk edilen. Yani bir kaybeden vardır bir de kaybolan. Kaybolan felakettedir. Felaket de felekten gelir.

Firak ve hicran gurbeti, gurbet ise garibi ortaya çıkarır. Gurbete düşmek yaban ellere düşmek demektir. Birdenbire garip yani yabancı olmak. Bu kavramlar varsa kaçınılmaz olarak hasret vardır. Eğer sırasıyla firak, hicran, gurbet ve hasret varsa bunların peşinden ne gelir? Yine kaçınılmaz olarak hüzün ve keder gelir. Yani melankoli.

Tüm bu kavramlar art arda birbirinin temelini oluşturur. Peki başa döndüğümüzde yani firak ve hicrana geldiğimizde bunun temelinde ne vardır? İşte o noktada zeval vardır. Zavallı kelimesi de oradan gelir. Eksik kalmak, yarım kalmak, tamamlanamamak, ayrılıkta olmak, Noksan olmak haliyle.

Ayrılıkla beraber başladığın yere geri dönmeye ise kemal denir. Aristoteles buna “entelekya” der. Her varlığın erişmeye yöneldiği olgunluk durumudur. Entelekya kelimesi Arapçaya “temam” olarak çevrilmiştir. Yani burada iki karşıt kavram doğuyor. Noksan ve tamam. Zamanla tamam kemal kavramıyla, noksan ise zeval kavramıyla eşleşmiştir. Zeval ve kemal zıt anlamlıdır, tamam ve noksan gibi.

Biz dil kullanan varlıklar özellikle soyut kavramları karşıtlarıyla kavrayabiliriz. O halde ayrılık varsa birleşme, hasret varsa kavuşma vardır. Her başlangıç bir ayrılıktır. Her doğum bir ayrılıktır. Ayrılık sadece ölüm değildir ve daima bir başlangıçla olur.

Eşikten adımını dışarıya attığın anda ayrılık olur. Bununla beraber aynı yere gelmen gerekir, başladığın noktaya. Bir daire hayal etmeden ayrılığı konuşamayız. Hepimiz kendi hayatlarımızda Güneş gibi doğar, yükselir ve batarız ve Güneş her gün yeniden doğar.

İnsanın ilk sevdiği şey kendi zatıdır. Çünkü hayatta kalmak ister, o yüzden ölümden ve hastalıktan korkar. Bilinç bu dünyaya düştüğü an anne rahminden çıktığı anda kendinden ayrılır. Çokluğun işine düşer. Bölünür, kendini kaybeder. Etrafa bakar ve ayrıldığı kendine en yakını annede bulur. Önce anne rahminden ayrılır. Sonra anne memesinden ayrılır, evden, okuldan, mahalleden, işten ayrılır. Aileden ayrılır. Yırtıla yırtıla bölünürüz ve temelde hep kendimizden ayrılırız.

En sonunda bilinç kendisiyle buluşur. Kendisiyle söyleşide bulunabilecek yeteneği kazandığındaysa büyük ölçüde irfan sahibi olmuştur. Tabi herkes kendisine göre, kendisine kadar.

İnsan gurbetteyse gariptir. Hüznün sebebi kendimizden ayrı düşmemizdir. Bilincin katlanması gereken şey aynaya bakmak yani kendine bakmaktır. Kendini bulup kendine bakmak...Bu sefer ruhunu gösteren bir ayna lazımdır. Değerli bir şeyini kaybetmedikçe irfan sahibi olmak mümkün değildir. Travma yaşamadan yani kaybolan olmadan bu aynayı bulmak zordur. Zira bu işin kolay yolu yoktur. Çünkü derdi olmadan aynaya bakmaz insan.

Hicranla gurbete düşen bir garibin yaşadığı hasret ve hüzün, bir bebeğin anne karnından ayrılmasına benzer. “Zevallidir” artık o kimse. Eksiktir yani, tamamlanmak ister. Bu hal onu kemale iter. Çünkü döngü mutlak sürer ve hepimizin bildiği ama çoğumuzun farkında olmadığı gibi Güneş her gün ama her gün yeniden doğar.

Hicran da hasret de hüzün de diğer tüm duygularımız gibi canlı olduğumuzu bize hatırlatır. Ve canlı olan kırılgan olur. Bir film önerisi ile yazıyı tamamlıyorum: Detachment (2011)

Niyazi Mısri aşağıdaki dizelerde öyle güzel anlatmış ki;

Derman arardım derdime / Derdim bana derman imiş / Burhan sorardım aslıma / Aslım bana burhân imiş

Sağı solu gözler idim / Ben dost yüzün görsem deyu / Ben taşrada arar iken / Ol can içinde cân imiş

Öyle sanırdım ayrıyam /Dost gayrıdır ben gayrıyam / Benden görüp işiteni / Bildim ki ol Canân imiş.

Ali Beydoğan

Yorumları görmek veya yorum eklemek için oturum açın

Diğer görüntülenenler