Manevi İkilem
Şu 50 senelik hayatım boyunca, bir iki niyetimi güçlü bir şekilde ortaya koyma ve sonuçlarını da alma şansım oldu. Bunlardan birisi de, yaşantım ve mesleğim gereği değişik kültürlerle alışveriş içinde olabilmekti. Hayat çok şükür ki bana bu şansı tanıdı. Bu alışveriş bana biraz daha derinlemesine, daha kişisel olarak o kültürleri gözlemleme şansı da verdi. Fakat 40’lı yaşlarımdan sonra başlayan varoluşsal arayışım, ilgimin, hayatımda ilk defa kendi kültürüme de dönmesine yol açtı. Bazen etimolojide bazen tasavvufta bazen de tarihin tozlu sayfalarında süren bu yolculuk, öğrendiğim her yeni şeyle beraber beni, kadimlerin hayatı yaşayışlarındaki derinliğe ve hayatlarına kattıkları anlama hayran bıraktı. İnsan yaradılışı gereği bağ kuran, manevi bir varlık. İnsan olmanın büyük hediyelerinden birisi de bu bağı sadece diğer insanlarla değil, yaradılıştaki her şeyle kurabilme yeteneğidir, bu da onun manevi tarafıdır. Bunu artık sadece mistikler, filozoflar değil, nörobilimcilerden psikologlara kadar herkes söylüyor. Özellikle rönesanstan sonra Batı medeniyeti, insan merkezli akılcı düşünceyi gittikçe ön plana koydu. Bu durum modernizmle beraber günümüze kadar bireyciliği öven, her şeyin akıl ile izah edilebileceğini öne süren ve akıl ile izah edilemeyenin ise var olamayacağını ya da saçmalık olduğunu söyleyerek, maneviyatı dışlayan bir yaklaşım halini aldı.
Günümüzde modernizmin bizi antidepresanlara ve yalnızlığa mahkûm eden bireyci hayat anlayışı, Covid sonrası dönemde gittikçe popülaritesini yitirmeye başladı. Özellikle Z jenerasyonu dediğimiz genç nesilde bir anlam arayışının ortaya çıkması ve var olan düzeni sorgulamaya başlamalarıyla da iyice yeri sarsıldı. Toplumun her kesiminde, bize kabul ettirilenden farklı ve varoluşla daha bağlantılı bir hayatın da var olabileceği düşüncesi gün geçtikçe taraftar toplar hale geldi.
Küsnacht'taki evinin giriş kapısının üst çerçevesine Jung, Delfi kehanetlerinden olan bu yazıyı kazıtmıştır: "VOCATUS ATQUE NON VOCATUS DEUS ADERIT”- "Çağrılsın ya da çağrılmasın, Tanrı orada olacaktır." Elli yıl sonra aynı ifadenin mezar taşına epigraf olarak kazınmasını talep etmiş, bu gizemli ifadeye verdiği önemi vurgulamıştır. "Jung et la question du sacré" adlı denemesinde Ysé Tardan-Masquelier, daha özgür bir çeviri sunarak Jung’un anlatmak istediği şeyi şöyle ifade eder: "İsteyelim ya da istemeyelim, ilahi soru kendini aşikâr eder.”
Gelelim işin beni düşündüren kısmına. Gerek değişik ülkelerden insanlarla birebir çalışmalarımda, gerek arkadaş sohbetlerimizde konu zaman zaman maneviyata gelir. Herkes görüşlerini söyler, sen eğer bu tarz bir hayatı benimsemişsen de bu son derece doğal karşılanır. Mesela katıldığım uluslararası bir somatik terapi eğitimindeki eğitmenlerden birisi inancının gereklerini sonuna kadar uygulayan bir Yahudi’ydi. Eğer o gün Cuma’ya denk geldiyse izin isteyip, “Bugün Şabat ve ben inancım gereği bugün teknolojik aletleri kullanamıyorum” deyip eğitime katılmayabiliyordu ve bu eğitimdeki diğer Türkler de dahil, herkes tarafından son derece normal karşılanıyordu. Ancak eğri oturalım doğru konuşalım, eğer bu eğitmen bir Türk olsaydı ve arkadaşlar bana müsaade ben Cuma namazına gidiyorum diyerek ayrılsaydı, ne yobazlığı kalırdı, ne geri kafalılığı. Ben, seküler tabakadan geldiği halde inançlı olup da bunu saklamak zorunda kalan o kadar insan tanıyorum ki. Saklamak zorundalar, çünkü kendilerini hayatlarını merkezinde yaşayabilecek kadar güvende hissetmiyorlar. Linç edilme korkusu, sosyal çevreleri hatta aileleri tarafından dışlanma korkuları, işyerinde karşılaşabilecekleri olumsuz tepkiler, onları olmadıkları bir kişi gibi yaşamaya mahkûm ediyor. Bunu danışmanlık verdiğim bazı kişilerden de, arkadaşlarımdan da sık sık duyuyorum. İş maneviyata gelince konu çok çetrefilli hale geliyor bazen, herkesin kafası karışık. Mesela gençlerle ya da şirketlerle yapacağımız konuşmalarda veya yazılarınızda kullandığınız dili dikkatli seçmeniz, bazı insanlarda reaksiyona yol açacak maneviyatı ve dini çağrıştıran kelimelerden özellikle kaçınmanız gerekiyor. Yani din, maneviyat denirse olmuyor ama kendini tanıma yolculuğu, öz farkındalık, mindfulness dendiği zaman oluyor, namaz yeterince cool değil, ama ritüel derseniz tamam sorun yok, go ahead!
İşte bu sebepten dolayı özellikle plaza insanları kendini yoga, meditasyon ve hatta şamanik uygulamalara veriyor. Bunda da bence bir sakınca yok. Ancak yoganın Batı’da sadece jimnastik gibi yapılıyor oluşu ve manevi tarafının göz ardı ediliyor oluşu, meditasyonun aslında yoganın çok ileriki bir aşaması olduğunun bilinmeyişi, şamanların da sizi ruhlar alemine derken akıl hastanesine götürebilme riskini barındırıyor oluşu, bu yöntemlerin arzu edilen sonucu vermesini çoğu zaman engelliyor. Herkesin yolu tabii ki farklı ve kendi meşrebine uyan bir yol olabilir, ama önemli olan ne yapıyorsanız yapın onu her boyutuyla derinlemesine yapıyor olmanızdır. Yogada olduğu gibi işinize gelen kısımları alıp, zor gelen taraflarını göz ardı etmeniz, binlerce yıllık bir tradisyonun olgunlaşmış yöntemlerini etkisiz kılacaktır.
LinkedIn tarafından öneriliyor
İtiraf etmeliyim ki bu anlattıklarımda, içi boşaltılmış “New Age” spiritüel akımların insanlarda artık tepki yaratması da rol oynuyor. Gözü cüzdanınızda olan sahte gurular, kendine şeyh diyen pedofiller, sorunlarınızı bastırmanızı salık veren spiritüel by-pass’cılar, insanlarda bu konulara karşı mesafeli olma hissi yarattı. Aynı şekilde din de sadece şekle yönelik ve anlamını, ruhunu kaybetmiş, gerçek hayatın içinde yerini bulmayan bir bağlamda insanlara sunuldu. Ancak konu sadece bu da değil. Mesela modern Türkiye Cumhuriyeti yaratılırken, bir toplum inşasının olmazsa olmaz ayaklarından bazıları olan gelenekler, inanç sistemi ve etik alan doğru yorumlanamadı. Mevcut olanı alıp, bu çağa uygun hale getirmek yerine toptan silmeyi tercih ettik. Bunun sonucunda, Batı’ya kültürel anlamda aşağılık kompleksiyle öykünen bir toplum haline geldik. Bu hareketin karşı tarafında olanlar ise, daha da taassuba kapılarak o eski, kucaklayıcı, hoşgörülü Anadolu irfan geleneğinden uzaklaştılar ve iyice yobazlaştılar. İki taraf iyice kutuplaştı, ortak noktada buluşabilecekleri bir zemin kalmadı.
Yine Jung’a geri dönelim. Jung, hayatının sonuna doğru “İnsan ve Sembolleri”nde şunu yazmıştır: “İnsanın hayatına anlam katan, genel fikirlere ve kanıtlanamayan inançlara yönlendiren önemli bir ampirik argüman vardır.” İnsan, hayatına anlam katan genel fikirler ve inançlara gerçekten ihtiyaç duyar; bu, ona evrende bir yer bulma ve yaşamına anlam katma yetisi sağlar. İnsan, hayatındaki anlamı sürdürebilir ve yaşadığı zorluklarla baş edebilir, çünkü tüm bu deneyimlerine bir anlam yükler. Bu anlam kişiye, hayatını devam ettirebilmesi için ihtiyacı olan dayanıklılığı da (reziliyans) verir. Jung’a göre dinî sembollerin görevi, insan hayatına anlam katmaktır. Bu, yaşamın sadece bireysel varoluştan daha geniş bir anlam taşıdığı hissini yaratır ve insanı sadece kazanıp harcamakla sınırlayan mekanizmadan daha yüksek bir konuma ulaştırır. Daha önce de belirttiğimiz gibi tüm varoluşla bir bağ kurdurtur.
Modern Türk toplumunun gözlemleyebildiğim en büyük sorunlarından birisi, kendisini güvenle konumlandırabileceği ve kendisini, kendisi olduğu o yerde yaşayabileceği bir ortamı bulamıyor oluşudur.
Konuştuğum birçok kişi, isterse en uç noktadaki bir plaza insanı olsun, eğer benimle kendisini yeterince güvende hissederse, çoğu zaman açılıp bana “Bir manevi yöneliş hissediyorum ama nereden ve nasıl başlayacağımı bilmiyorum ve korkuyorum” mealinde bir şeyler söylemişlerdir. Bu bir anlam arayışıdır, ancak kişi buna cevap veremediği için içsel bir huzursuzluk, boşluk ve tatminsizlik hissi yaşayabilir.
Elalem ne der korkusuyla, bize öğretilmiş olanları hiç sorgulamadan kabul ederek, kendi tabiatımıza uygun bir hayat süremeyiz. İhtiyacımız olan o anlam ile bağ kuramayız. Bu sebepten dolayı bazen kafayı dinleyip, daha doğrusu kalbi dinleyip, bu içimdeki ben gerçekten kendisi için ne istiyor anlamak, bu hayatı başkası için değil, kendi hoşnut olduğumuz şekilde yaşamamız için atacağımız ilk cesaretli adım olabilir.