Son okuduklarım
Son okuduklarım,
EDİTÖR HANS WERNER HOLZWARTH " HR GIGER " ( 511 sayfa )
Bu kitabı okumadım , daha doğrusu okuyamadım . Çünkü bunu okumak için yabancı dilim yeterli değil.Ama iyi ki oğlum bu kitabı kitaplığına almış
Çocukluk zamanlarımdaki gibi resimlerine baktım . 2 gün sadece bu mükemmel resimleri inceledim.
HR GIGER yazın ve Google'dan inceleyin . Alien filmindeki yaratığın tasarımcısı ve daha bir sürü eser...
Tarz müthiş...Düş gücü inanılmaz.
Üç bölüm başlığı altında toplamış anlatımını
Geleceğe dair mitolojiler
Korku ve güzellik
Huzursuz bir klasik .
ANTHONY GİDDENS " Söz sizde bay Brown / bir sosyal demokrasi manifestosu " ( 284 sayfa )
Sosyal demokrasi kan kaybetmeye devam ediyor. Milliyetçi akımlar palazlanıyor, popülizm dünyanın dört bir yanında güçlenerek solun hareket alanını kısıtlıyor. Genişleyen piyasalar ile sosyal politikalar arasındaki sürtüşme ve gerilim arttıkça, bir zamanlar solun aşırı uçlarına alternatif olarak sunulan, piyasayla iyi geçineceği düşünülen sosyal demokrasi Avrupa'da bile giderek büyüyen bir hayal kırıklığına dönüşüyor.
Birleşik Krallık İşçi partisi başkanı Gordon Brown, politikaları , siyaset, sosyal demokrasi için neler yapılmalı...
Ünlü sosyolog ve bu kitabı okurken öğrendim siyasetçi yanıyla sosyolojiyi birleştirerek iyi bir kitap çıkarmış.
Gıddens yazmasaydı dikkatimi çekmezdi o da işin başka bir boyutu.
Bugün bitirdim ve ilginçtir 14 yıl sonra İngiltere'de de bugün işçi partisi kazandı.
Gerçi bunlar bizim bildiğimiz politikalar içinde olan işçi partisi değil ama...
Kitabın içinde gülümseten ki amaç bu fıkralar olaylarda var...
Kitaptan alıntılar,
- Daha açık bir ifadeyle "Gelecekle Sözleşme" derken, İşçi Partisi'nin yurttaşlara bir sözleşme teklif etmesi, ülkeyi iktisadi ve ekolojik açıdan sürdürülebilir olduğu kadar toplumsal açıdan da adil bir geleceğe kavuşturacağını vaat etmesi gerektiğini söylüyorum. Bu kitabın bütününe sirayet eden bu düşüncem, kanımca İşçi Partisi'nin de Büyük Fikri olmalıdır
- Rekabetin sağlık hizmetlerinde, misal seçimde olduğu gibi bir rolü olabilir ve olmalıdır. Gelgelelim sağlık, diğerleri gibi bir emtia değildir ve olamaz da. Birey açısından sağlık hizmetlerinden yararlanma, doğası gereği tahmin edilebilir bir şey değildir ve bu nedenle haftalık alışveriş listesi yapar gibi planlanamaz. Bu nedenle sağlık hizmetlerinin bir havuzda toplanması hem en verimli hem de en adil yoldur; sağlık hizmetleri özel sağlık sigortasına bırakılamaz. "Tanımı itibarıyla uygulanabilirliği eğerlere, amalara ve satır aralarında okuduklarınıza dayanan ve yalnızca bazı kişileri belirli bir süreliğine kapsayan" özel sağlık poliçeleri "tüm insanları her zaman kapsayan poliçelere tercih edilmemelidir.""
- Çocukların kendilerine saygı duymaları isteniyorsa, duygusal güvenlik her şeyden daha önemlidir.
- Aşağıda, Londra'da büyük bir bilgisayar mağazasında müşterilerin sorduğu soruları okuyacaksınız:
İnternet satın almak istiyorum. Ne kadar olduğunu biliyor musunuz?
Benim için interneti diske kopyalayabilir misiniz?
İnternet lütfen.
İnterneti yeni indirdim. Nasıl kullanabilirim?
Yarın resmî tatil; internet açık olacak mı?
Evde bilgisayarım yok. İnternet kitap biçiminde oluyor mu?
Bir ay tatilde olacağız. İnterneti kesebilir miyiz lütfen?
HOIMAR V.DITFURTH " Başlangıçta Hidrojen vardı " ( 405 sayfa )
Müthiş bir kitap, mutlaka listenize alın ve okuyun. Dünyanın başlangıcından tek hücreliden çok hücreliye kadar öyle konulara dokunmuş ki hayretler içerisinde öğreniyor ve düşünüyorsunuz.Bazı kitaplar vardır size çok şey katar ve zamanla bunu anlarsınız,bu kitapta böyle bir kitap.
Jeoloji ve biyoloji sade bir anlatımla sizi düşünce kuyularına atıyor..
Bilim kitabı sevmiyorum demeyin, anlaşılır bir dille size sizi anlatıyor. Kendi köklerinize,soy ağacınıza kayıtsız kalamazsınız değil mi?
Uzun ve bol alıntı yapmama rağmen daha da uzun olan bazı mükemmel örnekleri yazamadım. İlk alıntım olan tırtılı tümüyle yazdım okuyunca çok keyif alacak ve hayret edeceksiniz.
Kitaptan alıntılar,
Kelebek araştırmacılarının Attacus Edwardsii adını verdikleri, üstü parlak, altı mat imparator ipeğini üreten tırtıldır bu.
Öteki birçok kelebek tırtılı gibi bu tırtıl da nemfa dönemi geldiğinde kendini kozanın içine kapayıp kelebekleşmeyi bekler. Bu ipekböceği ayrıca gizleyici örtü olarak bir de yaprak kullanır.
Tırtılın bu örtünme işini gerçekleştiriş tarzı bile önceden belirlenmiş, belli bir hedefe yönelik bir öngörünün şaşırtıcı ölçüde varlığına işaret eder gibidir. Çünkü yeşil, yaş bir yaprak, bir tırtılın onu bükerek koruyucu bir kabuk gibi örtünmesine imkân vermeyecek kadar esnek ve engelleyicidir. Attacus tırtılı, bu ilk sorunu akla gelebilecek en basit ama amacına en uygun biçimde çözer. Kalkıp yaprağın sapını ısırır (ama daha önce yaprak düşmesin diye onu ipeğiyle dala bir güzel bağlar!). Bu girişimin ka- çınılmaz sonucunda yaprak kurumaya başlar. Başka bir deyişle kuruyarak büzülür. Ama kuruyan bir yaprak aynı zamanda rulo gibi kıvrılır da. Birkaç saat sonra ipekböceği içine girebileceği ideal bir yaprak boru elde etmiştir bile. Boru ne kadar geniş olursa o kadar iyidir. Buraya kadar bile oldukça şaşırtıcı, hayranlık uyandırıcı bir öyküdür bu; üstelik işin daha başında sayılırız.
Tırtılın, savunmasız ve edilgen bir durumda geçireceği nemfa aşamasını, elden geldiğince güven içinde atlatabilmek için başvurduğu çaba sonucunda içine düştüğü durumu şöyle bir düşünecek olursak, başını daha da büyük bir derde soktuğunu kavramak zor olmayacaktır. Solmuş bir yaprak "ambalaj" olarak gerçi tırtıla güvenilir bir korunak sunar ama kuru yaprak öteki bütün yeşil yapraklar arasında hemen göze batmaktan da kurtulamayacaktır.
Ortada, işi gücü bütün gün yalnızca yiyecek aramak olan ve bu hedefli araştırmada kelebek tırtılının da peşine düşen belirli düşmanlar, özellikle kuşlar dolanıp durduğuna göre, tırtılın çözümü kaçınılmaz bir sonu da birlikte getirecektir; er ya da geç kuşlardan biri böyle kuru bir yaprağı da inceleyecek ve içindeki lezzetli tırtılla karşılaşacaktır. Kuşlar böyle deneyimlerden sonuç çıkarma, yani öğrenme yeteneğine sahip olduğundan, bu buluş kısa sürede çok sayıda saldırganın, yeşil yapraklar arasında yalıtılmış biçimde sırıtan kuru yapraklara hücum edecekleri anlamına gelmektedir. Yaprağı borulaştırarak içine sığınma hilesi istediği kadar ince bir buluş olsun, sonuçta kelebek olmaya hazırlanan tırtılın başvurduğu çözümün başına büyük bela açtığı ortadadır.
Tırtıl, içine saklandığı yaprak boruda kendini nemfa aşamasının hareketsizliğine bırakmadan önce, bu olumsuz durumdan kurtulmak için ne yapabilir? Bir an için diyelim ki bu soruyu tırtıl bize yöneltti ona ne öğüt verebilirdik? Sanırım birçoğu- muz bu durumda benimsenebilir bir çıkış yolu bulmakta ve işe yarar bir öneri getirmekte oldukça güçlük çekerdik.
LinkedIn tarafından öneriliyor
Oysa imparator ipeğinin böceği, bu sorunu oldukça şık, ince ama etkili bir biçimde çözmüştür. Hayvanın kullandığı çözümün özü, Orson Welles'in filminin sonu için bulduğu hilenin esasına dayanmaktadır. Tırtıl içine gireceği yapraktan başka beş-altı yaprağın daha sapını ısırarak bunları içinde yatacağı o yaprağın yanına yapıştırır. Böylelikle dalda sarılmış, kuru altı-yedi yaprak yan yana sallanıp durur. Bunlardan yalnızca biri olası avı içermektedir; ötekiler boştur ve hedef şaşırtıcı bir tuzaktan öte bir işlev taşımazlar.
Bir an için, kuşlardan birinin yan yana duran altı solmuş yap- rağın farkına vardığını varsayalım ve kuş bunları tek tek incele- meye başlasın. Kuşun larvayı ilk yoklamada bulma şansı 1/6'dır. Bu orandaki bir riziko güvencesi, kozasının içinde bilinçsiz ve hareketsiz uyuyan kelebek larvasına hayatta kalma mücadelesin- de oldukça büyük bir avantaj sağlar. Ve her boş yaprak, kuşun bundan böyle solmuş yapraklarla gelecekte oyalanma isteğini de olumsuz etkileyecektir.
Kuşlardan birinin daha ilk girişimde rastlantı sonucu yaprağı bulması durumunda bile tırtılın başvurduğu hile değerini korur. Çünkü ilk ağızda tırtılın bulunduğu yaprağa ulaşmanın başarı- sı, kuşu büyük bir inatla öteki kuru yapraklarda da av aramaya itecek, ama kuş araştırmalarının sonucunda kaçınılmaz olarak tam beş tane içi boş yaprak yoklamış olacaktır. Sonunda kuru yaprakların yiyecek arama yönünden öyle pek işe yarar bir nes- ne olmadığı duygusuyla kuşun orayı terk edeceğini varsaymamız akla en yakın ihtimaldir. Gerçi bu arada tırtıllardan biri kuşun kurbanı olmuştur, ama aynı kuşun gelecekte kuru yaprakları bir bir yoklayarak başka tırtıllar arama hevesi öylesine azalmıştır ki, aynı yoldan gizlenmeye çalışan Attacus tırtılları en azından bu kuş tarafından bir daha kolay kolay rahatsız edilmeyecektir.
Bütün bunların ancak oldukça akıllı bir insanın hayatta kalabilmek için başvurabileceği yollar olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Oysa gerek merkezi sinir sisteminin ilkelliğini, gerekse öteki davranışlarını göz önünde bulundurduğumuzda, Attacus tırtılının ne belli bir amacı tasarlayabilmesi ne de bu doğrultuda akıl yürütebilmesi söz konusu olabilir. İyi de tırtıl bütün bu özelliklere rağmen nasıl olup da kendini bu yoldan koruyabilmektedir?
.- Bütün elementlerin en hafifi olan serbest hidrojen, pratikte engelsiz bir biçimde atmosfere yükselerek uzayın içinde dağıldı. Geriye oksijen kaldı. Ama oksijen, daha önce de belirttiğimiz gibi, güçlü bir morötesi filtresiydi. Bu nedenle ışıkla parçalanma süreci süreklilik niteliğine bürünemeyeceği gibi kapalı bir dolaşım, bir döngü de oluşturamadı. Süreç geribeslem yasalarına göre yol almaya başladı. Atmosferde belli miktarda oksijen birikir birikmez bu süreç kendiliğinden duruyordu. Söz konusu oksijen miktarı, morötesi ışını atmosferde tutarak bundan böyle fotodisosiasyon yoluyla oksijen üremesini önlemeye yetecek kadardı Bu sürecin kendi kendini düzenleme mekanizması, atmosferde biriken oksijen miktarının tamı tamına belirli bir değerde olmasını da mümkün kıldı. Belirli bir değer noktasında oksijen üretimi durmalıydı. Ama örneğin yüzeydeki oksitlenme süreçleri nedeniyle atmosferden oksijen çekilip de bu miktar belirli bir değer noktasının altına düşünce, bu kez de oksijen morötesi ışınları tutma, başka bir deyişle Güneş'ten gelen ışık içinde belli frekansları süzme işlevini kaybediyordu. Elbette ardından gene fotodisosiasyon olayı devreye giriyor, atmosferden geçen morötesi ışın yeniden oksijen üretip oksijen miktarını o belirli değer çizgisine doğru yükseltiyordu. Bilim insanları tipik bir kapalı döngü etkisi oluşturan bu örneğe, yeryüzü atmosferinin evrimindeki bu tayin edici adımı keşfeden Amerikalı Nobel Ödüllü bilimci Harold C. Urey'in onuruna Urey-Etkisi adını taktılar.
- Canlı hücrelerin yapı malzemesini de sadece 20 adet aminoasit oluşturmaktadır. (DNA molekülleri üzerinde sarmalın iki kolunu birbirine bağlayan nükleotitleri birer harf olarak aldığımız anda [A, G, S, T] sorun, alt alta gelişigüzel sıralanabilen dört harf sayesinde üç harfli kaç sözcük kurabileceğimiz sorunudur.) Her üç harfli öbek, bir aminoaside karşılık gelmektedir. Bunun matematikteki yanı tı açıktır: 43 = 64. İşte doğa aynen bu matematiksel imkândan yararlanmanın yolunu tutmuştur. Ancak dört değişik bazla 20 değil 64 üçlü öbek ("triplet") kurulacağından, doğa çekirdekten plazmaya, gerektiğinden tam 44 adet fazla aminoasit üretmek için mesaj iletiyor demektir!
Doğanın ilk ağızda kullanmadığı bu geri kalan 44 aminoasit- ten nasıl yararlandığını öğrendiğimizde küçük dilimizi yutacak oluruz. Doğa bunlardan 41'i aracılığıyla belli aminoasitleri iki ya da üç kez şifrelemektedir (Başka bir deyişle, bu aminoasitlere karşılık olarak hücre çekirdeği içinde hepsi aynı anlama
gelen iki ya da üç tanımlama bulunmaktadır). Hani doğanın, işi sıkı tutmak için kimi durumlarda iki ya da üç dikiş atma yolunu seçtiğini söylersek abartmış olmayız. Ama doğanın bunu işgü- zarlık olsun diye yapmadığı da ortadadır. Biyologlar bu fazla şifrelemenin biyolojik düzlemde özellikle önemli aminoasitlere ygulandığını ortaya koymuştur.
Peki 64-20-41 = 3; bu geriye kalan 3 adet triplet, yani üçlü öbek ne işte kullanılmaktadır? Bu üçü, doğanın noktalama işlemlerinin hizmetine koşulmuştur. Evet, sözcüğün en doğrudan anlamıyla cümleleri noktalamakla görevlendirilmişlerdir. Bu aminoasitler, o upuzun DNA molekülünün üzerinde herhangi bir proteinin, bir enzimin kurulmasıyla ilgili inşa mesajının başlayıp bittiği ve bir başkasının başladığı bölgeyi, tıpkı bir cümlenin alanı gibi, ötekilerden ayırt etmek için kullanılır. Tek bir DNA molekülü milyonlarca üçlü halkasından oluşabilir ve bu milyonlarca üçlü, zincir üzerinde dizilirken, söz konusu noktalama tekniği sayesinde çok sayıda protein inşa planının, birbirine karışmadan aynı zincir (molekül) üzerinde yer alabilmesine imkân verir.
- Küçücük bir ilerleme, kendini çevre kapayıp koruma yolunda atılmış en ufak bir adım, DNA-protein mekanizmasının bozulmadan bütünlüğünü koruduğu süreyi kendiliğinden uzatmış olmalıdır. Bu ise bu avantajdan yararla- nan molekül öbeklerinin gittikçe daha da büyümesi anlamına gelmektedir. Kendilerini bir önceki evreye göre daha iyi duruma getirebilecek yapısal özellikleri içeren molekül öbekleri, sırf bu basit nedenle aynı yapısal özellikleri taşımakla birlikte kendilerini bu anlamda yenileyemeyen öte teki molekül kompleksine göre, çok yavaş da olsa gitgide daha sıklaşmaya başladı.
Gelişmenin böylece ulaşılan bu yeni düzeyinde aynı oyun durmadan yineleniyordu. Bu ilk adımların sonuçları olarak ortaya çıkan, dolayısıyla kendilerini çevreden yalıtma konusunda bunu yapamayan rakiplerinin önüne geçen "tercihli" molekül birlikleri, o andan itibaren bundan sonra oluşacak molekül öbeklerine bir model, başka bir deyişle bir ölçüt (norm) oluşturmaya başlamıştır. Öte yandan kendilerini korumak ve çevresel etkilerden zarar görmemek için kendilerini çevreden yalıtarak bağımsızlaştırma konusunda, bu ulaşılan basamaktan herhangi bir özelliğiyle herhangi bir noktada bir adım daha önde olan yeni yapılar ortaya çıkar çıkmaz, o basamakta model oluşturan, başka bir deyişle ölçüt durumundaki özellikler de aşılarak geri düzleme düşmekten kurtulamadılar. İşte biyologların evrim dedikleri olgu da buydu: Daha iyi olan, iyinin düşmanıdır
- Arada ileri süreceğimiz varsayımları temellendirebilmek için, ilkel hücreden gelişmiş hücreye geçişte ilkece olup biten şeyi, gelişmiş hücreyi ortaya çıkartan o çok özgün ve ilginç adımı bilmemiz ve buradan aktaracağımız sonuçları değerlendirmemiz gerekecektir. Şimdi geriye doğru baktığımızda Baron Mereşkovski adında bir Rus soylusunun bundan yaklaşık 100 yıl önce söz konusu sorunun çözümünü kısaca özetlemiş olduğunu görüyoruz. Gelgelelim Baron'un bulgularını yansıtan ifadesi, bilimsel olmaktan uzakti; tamamen "nazari"ydi, yani yüzyılımızın başında bilimsel hiçbir kanıtla desteklenemeyen bir tahmin; oldukça gözü pek bir spekülasyondu. Bu nedenle bilimin o koşullar içinde Rus'un açıklama girişimlerini bilimsel kanıtlarla destekleme yoluna gitmemiş olması bağışlanabilir bir kusurdu. Bilim alanı da spe- külasyonlardan ve varsayımlardan geçilmez. Ama geçerli olan, kanıtlara dayalı ispattır.
Mereşkovski incelediği bitki hücrelerinde karşılaştığı kloroplastların, oturdukları evin yabancısı olabilecekleri gibi bir sanıya kapılmıştı. Bunlar, içinde fotosentez faaliyetini düzenledikleri hücrelerin yasal elemanları, yani gerçek "organeller" olmayabilirdi. Bu klorofil içeren organeller, Rus'a görünüşleriyle daha önce değindiğimiz "mavi-yeşil algler"in bir türü olabilecekleri izlenimini vermişti. Bilindiği gibi "mavi-yeşil" algler, "fotosentez"i keşfetmiş hücrelerdir. Bu mavi-yeşil alglerin organelleri, dolayısıyla kloroplastları yoktur. İşte bizim Rus'un aklına, "Sakın bunların kendileri bizzat kloroplast olmasın?" sorusu takılmıştı. Takılır takılmaz da şöyle bir açıklama yoluna gitti: Fotosentez olağanüstü karmaşık kimyasal bir süreçtir. İşte bu nedenle evrimin bu işin üstesinden gelebilecek kadar karmaşık ve ayrıntılı bir mekanizmayı tasarlayıp gerçekleştirmesinin oldukça zor olduğunu ve evrimin bu mekanizmayı ancak bir kez gerçekleştirmiş olabileceğini kabul edebiliriz. Bu minnacık mavi-yeşil algler, fotosentez yapmayı becerebilen o olağanüstü, bir kezlik mekanizmayı temsil ediyorsa, doğanın aynı işi yapan başka bir mekanizmayı, hücrelerin organellerinden biri olan kloroplastları ayrıca ortaya çıkartmış olması, başka bir deyişle kloroplastların, fotosentez denen o karmaşık süreci nasıl halledeceğini bir kez daha öğrenmiş olması mümkün müydü? İşte doğanın ekonomik davranma ilkesine aykırı düşmesi anlamına gelebilecek bu ihtimal, Rus araştırmacıyı, mavi-yeşil algler ile kloroplastların özdeş oldukları düşüncesine götürdü. Büyük bir ihtimalle birçok hücre (böylece bugünkü bitkilerin ataları olmayı başaran kloroplastsız hücre) mavi-yeşil alglerin besin sağlayıcı fotosentez etkinliğinden yararlanabilmek için yoksun olduğu bu mekanizmayı tahakkümü altına almış, onu bedenine dahil etmiş olmalıydı. Kısacası Baron Mereşkovski, mavi-yeşil alglerin kloroplastlarla aynı şey olduğunu iddia ediyordu. Tipik birer tutsak olarak, yabancı hücrelerin bedenleri içinde besin maddesi üretmek zorunda bırakılmış, bir zamanlar özgür olan hücrelerdi bunlar.
Rus, buluşuna öylesine kaptırmıştı ki kendini, işi, hayvan hücresi ile bitki hücresi arasındaki farkı da bu ilişkiyle açıklamaya kalkışacak kadar ileri götürdü. Aslanın "kana düşkünlüğü" besinini av yoluyla sağlamak zorunda kalışındandır, diyordu. "Bitkilerin böylesine barışçı ve hareketsiz olmasının nedeni, hücrelerinde kendilerine besin sağlama görevini üstlenmiş sayısız yeşil köle' bulunmasıdır."
Meslektaşları hayalperest olduğu gerekçesiyle Mereşkovski'yi gırgıra aldılar. Kuşkusuz Rus, yorumlarında ipin ucunu fazla kaçırmıştı, ama kloroplastların kökeni konusundaki görüşünü destekleyen bilimsel kanıtlar tek tek gelmeye başlayınca iş değişti: Gerçekten de onlar "küçük yeşil köleler"di.
- Öteki canlı organizmaları besin olarak kullanma zorunluluğu daha sonraki bütün saldırganlık biçimlerinin çekirdeğini oluş- turmuş olabilir. Belki bu zorunluluğu doğuran olaylar dizisi, elimizden besinin alınmasıyla saldırganlaşma eğilimi göstermemiz arasındaki ilintiyi daha kolay anlamamızı sağlayabilir. Dünya çapında beslenme sorununun nihai çözümünün fotosentez olayının sırrını bilimsel yoldan eksiksiz açıklamamız halinde mümkün olacağını düşündüğümüzde, söylediklerimiz de bir bütünlük oluşturur.
Bugün insan nüfusu öyle artmıştır ki, organik besin sağlama imkânı ile gittikçe artan besin tüketme ihtiyacı arasındaki denge çığırından çıkmaya başlamıştır. (Üç buçuk milyar yıldan bu yana ilk kez ortaya çıkan bir durumdur bu.) Bugün de tıpkı üç buçuk milyar yıl önce olduğu gibi, bu açmazdan çıkmanın kesin yolu, güneşin ışık enerjisini kendimizi beslemek için nasıl kullanmamız gerektiğini zaman yitirmeden öğrenmemize bakmaktadır. Fotosentez olayının üstündeki örtüyü aralayabildiğimiz anda -birkaç milyar yıllık bir gecikmeyle de olsa- ilk mavi-yeşil alglerin onca yıl önce gerçekleştirdiği atılımı, teknik araçların yardımıyla yineleyebiliriz. O zaman gerek bitkisel gerekse hayvansal besinlerden bağımsızlaşabilir ve suyun, atmosferdeki karbon asidi ve topraktaki birkaç mineralin yardımıyla pratik olarak sınırsız miktarda besini sanayi aracılığıyla üretebiliriz.
- Bugün hâlâ var olan bir tekhücrelinin, terliksi hayvan dediğimiz Paramecium bursaria'nın, mavi-yeşil alglerin bir alt sınıfı olan klorella alglerine karşı davranış tarzında kendini gösterir.
Paramecium bursaria, ileri düzeyde gelişmiş bir hücreyi oluşturan bütün organellere sahiptir. Gelgelelim kloroplastlar- dan yoksundur. Bu yüzden beslenmek için hazır organik mole- küllere muhtaçtır. Kendisinin de bunları organik olmayan temel maddelerden inşa etmeye yeteneği bulunmamaktadır. Canlı doğanın hayvan ve bitki diye ikiye ayrılmasına bir kez olsun göz yumarak sözünü ettiğimiz tekhücrelinin bu özelliğiyle bir hayvan sayılabileceğini söyleyebiliriz: (Dikkatli bakıldığında doğa- daki canlıları hayvan ve bitki diye ikiye ayıran sınıflandırmanın yetersiz kaldığı gö
görülmektedir. Sözgelimi mantarlar, bu ayrımı her zaman zorlamıştır; ilk bakışta mantarları bitkiler sınıfına sokmak akla yatkın görünmektedir.
Gelgelelim mantarlar klorofilden yoksun olduğu için bitkilerin tipik özelliklerinden biri olan Güneş enerjisinden yararlanma özelliğini gösteremezler. Dolayısıyla da tıpkı hayvanlar gibi hazır besine ihtiyaçları vardır. Bu yüzden canlı hayvanlar, bitkiler ya da hatta ölü organiz
malar üzerinde asalak olarak yaşarlar ve berikilerin daha önce sindirdiği besini çekerler. İşte bu ve benzeri güçlükler yüzünden Amerikalı bilim insanı R.H. Whittaker'ın doğayı beş kategoriye bölen sınıflandırması rağbet görmektedir: 1. Monerler dünyası: İlk çekirdeksiz hücrelerin ve bütün ilk hücrelerin temsilcilerini kapsar. Prokaryot dediğimiz bu ilkel çekirdeksiz hücrelerin bu- günkü temsilcileri olan bakteriler ve mavi-algler bu sınıfa girer. 2. Protistler ya da protozonlar dünyası: Çekirdekleri ve işlevlere göre uzmanlaşmış organelleriyle gelişmiş hücreler. Geriye kalan üç öbek ise çokhücreli bütün canlıları kapsamaktadır. Bu üç öbek, "protistler'in farklı uzmanlaşmış ve gelişmiş biçimlerinden oluşmaktadır. Hücreleri "kloroplast" içerenler "bitkileri" oluşturur. Bunlar ağırlıklı olarak fotosentezden beslenir. "Hayvanlar," beslenmek için hazır organik maddeyi kullanan öbeği oluşturur. "Mantarlar" ise bu sınıflandırmada, apayrı bir beşinci öbek oluşturmaktadır.)
- Söz konusu mikroorganizmalar, deneyler öncesi çoğu bilimcinin umduğunun aksine, inanılmaz bir dayanıklılık göstermişti. Uzayda eksi 150°C ve daha düşük ısılar bile bu organiz- maların birçoğunun umurunda değildi. Gerçi bu sonuca pek çok kimse şaşırmamıştı, çünkü yeryüzündeki deneylere göre daha yıllar önce kimi organizmalar mutlak sıfır noktası sayılan eksi 273° santigratta bile hiçbir zarar görmeden yaşamsal işlevlerini sürdürebilmekteydi. Organizmalar böyle durumlarda ölüm benzeri bir konuma geçiyor, madde özümseme süreçleri görünürde duruyor, ama günler, haftalar, hatta aylar sonra normal çevrelerine döner dönmez yaşamsal işlevlerini yeniden yerine getirmeye başlıyor, büyüyor ve çoğalabiliyorlardı. Köln'deki araştırmacıların deneyde kullandığı mikroorganizmaların bir bölümü uzaydaki havasızlıktan da etkilenmemiş, Güneş'in kesin öldürücü morötesi dalgaları da onlara vız gelmişti. Sadece çok kısa dalgalı ve yüksek enerjili morötesi ışınlar öldürücü bir etki yaparken, mikroorganizmalardan bazıları inanılması güç de olsa, bir tür ölüm refleksiyle bu olumsuzluğun bile üstesinden gelebilmişti. Bu ve benzeri olumsuz koşullarda bu organiz- maların ne türden bir madde özümseme hilesine başvurduğu, çareyi nereden buldukları henüz doyurucu bir bilimsel açıklamadan yoksun bir sorun olarak durmaktadır. Morötesi ışınların etkisiyle ölüm benzeri duruma geçen bakteriler, yeryüzüne döndükten sonra da bu sözde ölüm durumunu korumuş, ancak kendilerine 3800 angström dalga uzunluğunda ışın uygulandığı anda hayata geri dönmeye başlamışlar, ardından da başlarından sanki hiçbir şey geçmemiş gibi hayatlarını sürdürmüşlerdi. Bu deneylerin başka birçok sonucunu bir yana bırakacak olursak, stratosferin bu en üst kesimlerinde çeşitli türlerden mikroskopik organizmaların hatırı sayılır bir miktarda yaşadığını ve bunlardan birçoğunun uzayda herhangi bir korunmaya gerek duymadan da her türlü olumsuz koşulda varlığını sürdürebildiğini bize gösterdiklerini söyleyebiliriz
- Besbelli ki akıl (zekâ), bu dünyaya ilk kez biz insanlarla birlikte gelmemiştir. Bu sonuç, öyle sanıyorum ki, modern bilimlerin serüvenlerinden çıkarabileceğimiz en önemli derslerden birini dile getirmektedir. Belli bir amaca ve hedefe ulaşmaya çalışmak, ortamla uyum sağlamak, öğrenmek, öğrendiğini sınamak, deneyimleri bellekte toplamak, hayal gücünü kullanmak ve yaratıcı buluşlar yapmak; bütün bu beceriler ve yetenekler, ileride tek tek göstermeye çalışacağım gibi, beyinler ortaya çıkmadan çok önce vardı. Bu konudaki dersimizi yeniden çalışmamız gerekiyor.
- Mitokondrilerin içinde canlılara enerji sağlayan solunum süreçleri gerçekleştiği için bunlar hücrenin enerji santrali diye tanımlanan organellerdir. "Solunum" ise "yakma" demektir ya da kimya diliyle daha kesin tanımlamak istersek: Büyük moleküllerin, öncelikle de üzüm şekerinin daha küçük parçalara (su ve karbondioksite) ayrıştırılması demektir. Bu parçalanma sırasında elementleri birbirine bağlayıcı enerji boşta kalır, başka bir deyişle böylece enerji elde edilir; bu da oksijenin yardımıyla mümkün olur.
Peki de enerjiyi ancak oksijen kullanarak açığa çıkartabilen mitokondriler, daha önce enikonu açıkladığımız gibi, içinde serbest oksijenin nebzesinin bulunmadığı, daha doğrusu bulunması halinde oksitleyici gücünün, gelişmeyi, sonuçta bugün bizleri meydana getiren bütün o büyük moleküllerin ve biyopolimerin meydana gelmesini kesinlikle önlemiş olacağı bir ilk ya da ilkel atmosferde ne yapabilirdi ki?
İnsan bu soruyu karşısına aldı mı, mitokondrilerin aslında çevre ve ortam koşullarında ortaya çıkan bir değişmeye karşı- lık gelen bir tepkiyi oluşturduklarını anlamakta gecikmez.
- Bu konuda bizi şaşkınlığa uğratacak biricik yan, yaşayan bütün canlı biçimlerinin, bu oksijen soluyarak enerji üretme biçimindeki karmaşık kimyasal süreci gerçekleştirecek beceriyi kazanmalarının nasıl mümkün olmuş olabileceği sorusunda yatmaktadır. Ama burada da yanıt daha önce benzer sorulara verdiğimizden pek farklı olmayacaktır: Soluk alma olayının sadece birkaç kez, hatta belki de sadece bir kez "bulunması" gerekiyordu. Bu işi başarabilmiş hücre ile bölünme yoluyla ondan türeyen bütün öteki ardılları, daha büyük hücrelerin ortak yaşama sistemleri içine dahil edile edile bu yeteneği onlara aktarmıştır.
Bu yeni ortaklık durumunda da avantajlı olan "hancı"ydı. Gelişmiş hücre, konuk ettiği soluyan bakterinin açığa çıkardığı enerjiden payını alırken, bakteri de kendisinden çok büyük olan hancı hücrenin kendisine sağladığı koruyuculuk hizmetinden yararlanıyordu. Bu, bugünkü bilgilerimize dayanarak değerlendirecek olursak, "mitokondri" dediğimiz ve günümüze kadar hücre içinde solunum sürecinin taşıyıcılığını yapmış bakteri kökenli organelin doğuş öyküsünden başka bir şey değildir
- İlk amfibi hayvanların suyu terk ettiği an ile dinozorların yeryüzündeki hâkimiyetinin sonu arasında uzanan o milyonlarca yıl içinde, yerküre, bildik dönme hareketleri sonucu, ana- karalar üzerinde yaşayan bütün canlılara bu sıcaklık ritmini dayatmıştı. Bütün bu olup bitenin, akla yatkın, belli bir amaca ya da yarara bağlanacak yanı da yoktu. Hiçbir biyolojik avantaj sağlamayan bu durum, evrimin içerdiği dönüşümlerden her- hangi birine katkı sağlayacak türden de değildi. Olup biten, tüm kimyasal reaksiyonların düşen sıcaklıkla birlikte azalmasının ve limit bir sınırın altında artık etkin bir madde özümseme süreci gerçekleştiremeyecek kadar yavaşlamasının kaçınılmaz ama o ölçüde de anlamsız sonucuydu. Bu durumun kör sonuçları, 300 milyon yıl boyunca yeryüzünün bütün anakaralarındaki hayata damgasını vurup durdu.
Hemen hemen her akşam, az çok bitkin düşmemizin, yorgunluk hissetmemizin nedeni bu olabilir mi? Fizyologlar bugüne kadar, bütün çabalarına ve yoğun araştırmalarına rağmen, akşamları niçin ille de uykuya daldığımızı açıklayacak akla yatkın, inandırıcı bir neden bulamamıştır. Biyolojik bir zorunluluk da söz konusu değildir. Deniz canlılarının uykuya hiç mi hiç ihtiyaç duymamaları dikkat çekici değil mi? Biz insanlar bütün öteki kara canlılarıyla birlikte hemen her gece uykuya dalıp kendimizden geçiyorsak, bunun, taşıdığımız genlerin, milyonlarca yıl önce dinozorların geceyi geçirmek için başvurduğu o oldukça tuhaf çareye dönük bir anımsama olmadığını nereden bilebiliriz? Malum, 300 milyon yıllık bir alışkanlıktan kolay kolay kurtulunmaz.
- Ann Arbor'daki psikolog James McConnell aynı konuyu incelemek üzere solucanlara yöneldi. McConnell çok sabırlı deneylerle, bir ışık uyarısı ile cılız bir akımın çarpması arasında hayvanlara bir ilişki kurdurma sevdasına kapılmıştı. Önce bir ışık beliriyor, birkaç saniye ardından bu ilkel hayvanların üs- tünde durduğu plakadan hafif bir elektrik akımı geçiyor, akımı yiyen solucanlar büzülüp kalıyordu. Deneylerin sonuna doğru bu solucanlar, ışık ile cereyan arasında bir ilinti olabileceğini "öğrenmiş," ışık görünür görünmez, akım daha ortaya çıkmadan büzülmeye başlamışlardı. (Öykünün bundan sonrası biraz korku filmlerine malzeme
oluşturabilecek türden.) McConnell, bu solucanları tek tek öldürüp kıyma yapıyor, sonra da türün öteki solucanlarının önüne yem olarak koyuyor. McConnell, insana "vay canına" dedirtecek bir sonuçla karşılaştı. Bu solucanları yiyen yamyam solucanlar, türdeşlerinin "deneyimini," onların öğrenilmiş davranışlarını da "yiyip yutmuşlardı." Bunlar, elektrik şokunun, ışığın görünmesinden birkaç saniye sonra ortaya çıktığını “öğrenmiş" olmakla kalmamış, aralarından bazıları bu bilgilerini göstermek için ziyafetten sonraki 24 saat süreyi bile yeterli bulmuştu.
Hydén'in deneylerinden haberdar olan McConnell, ayrıca "öğrenmiş" solucanlardan sağladığı RNA özünü, deneyden geçmemiş solucanlara şırınga ettiğinde de sonuç değişmemişti. Enjeksiyonla birlikte ölü solucanların sağken topladığı deneyimin aşılanan solucanlara geçtiği besbelliydi. Öyleyse RNA gerçekten de bireysel anıların, bireysel belleğin maddi yapıtaşı mıydı?
McConnell'in deneyleriyle ilgili raporları 50'li yıllarda dün- yayı ayağa kaldırmaya yetti. İlk tepkilerin kuşkucu, inkârcı, şiddetli olması ve psikoloğun matrağa alınması çok olağandı. Çünkü olup bitene bir bütün olarak baktığımızda, hayal gücünün biraz fazla zorlandığı sonucunu çıkartabilirdik. Böyle olunca da adamcağızın deneyleri uzun süre sadece mizah dergilerine konu oldu. Özellikle Amerika'daki hemen her üniversite dergi- sinde, "Profesörünüzü afiyetle yiyebilirsiniz!" türünden esprilere rastlanıyordu. Gelgelelim ilk birkaç başarısızlığın ardından deney sonuçlarını doğrulayan haberler, dünyanın dört bir köşe- sindeki laboratuvarlardan gelmeye başladı
.
-Gerek kendisi gerekse arkadaşları yıllarca böyle kozmik bir ışının varlığını kanıtlamaya uğraşıp durmuşlardı. Penzias ve Wilson ise bir rastlantı sonucu antene yakalanan şeyin ne olduğunu bilmeden, berikilerin yıllardır araştırdığı kozmik olayla karşılaşmışlardı. Aygıtlarının 7,3 cm dalga uzunluğu üzerinde aldığı ve antenlerini hangi yöne ve nereye çevirirlerse çevirsinler, her yönden aynı anda ve aynı yoğunlukta geldiği belli olan bu tuhaf hışırtı, ne bir "ses paraziti" ne de bir bozukluğun sonucuydu. Bu yaklaşık 14 milyar yıl önce evrenin doğuşuna yol açan, Büyük Patlama dediğimiz ilk patlamanın, o dev şimşeğin elektronik yankısıydı.
Penzias ve Wilson'un buldukları "arıza," evrenin uzay ve zaman içinde sonsuz olmadığını gösteren elle tutulur ilk dayanaklardan biriydi.
-Sadece şöyle düşünmemiz yeter: Eğer evren gerçekten de sonsuz sayıda çok (dikkat edelim tasarlanamayacak kadar çok değil, sonsuz çoklukta) yıldız içeriyorsa, en minik noktada bile sonsuz çoklukta yıldız arka arkaya gelecek- tir. Gece göğünün her noktasındaki sonsuz çokluktaki yıldızlar, hangi uzaklığa doğru eşit aralıklarla yayılmış olurlarsa olsunlar, yeryüzüne muazzam bir aydınlık yansıtacaklardır. "Öyleyse," diye düşündü Olbers, "geceleyin ortalığın karanlık olmaması gerekir." Olbers'in vardığı sonucun ve yaptığı hesapların çürütülmesi imkânsızdı. Gelgelelim Olbers de "dahil" olmak üzere, yeryüzünde bu çürütülmez kanıta rağmen, her akşam havanın gene de karardığını inkâr edebilecek tek bir kimse yoktur. Olbers, ortaya attığı soruyla birlikte klasik bir çelişkiyi de gün ışığına çıkarmıştı,
- Ancak Dünya'nın kendi ısısının o gün olduğu gibi bugün de çok önemli bir sonucu bulunmaktadır: yanardağlar. Bugün ya- nardağ patlamaları, ya turistlerin çekici olaylar kategorisinde gözde bir yer tutmaktadır ya da medyadaki felaket haberleri arasında yer almaktadır. İşte bu bakımdan, yeryüzünde başlangıçtan itibaren volkanlar olmasaydı, hayat da olamazdı dersek, çok kimsenin kafası karışabilirl Nitekim bu ateş kusan dağların gerçekte püskürttükleri sadece kor kor yanan lav kütleleri değildir; bunlar oldum olası büyük miktarlarda su buharının yanı sıra azot, karbondioksit, hidrojen, metan ve amonyak "saçmaktadır." Başka sözcüklerle söyleyecek olursak, volkanlar, soğumaya yüz tutmuş Dünya'nın yüzünde, yerkabuğunda ağır elementlere bağlanmış olan hafif elementlerin, sözcüğün tam anlamıyla gezegenimiz tarafından terleme yoluyla dışarıya atılmasını sağlayan gözeneklerdir. Volkanlar olmasaydı yerkürenin hiçbir zaman hafif gaz biçimindeki cevherlerden meydana gelmiş bir atmosferi olamazdı; volkan olayı aynı zamanda Dünya denizlerinin de doğurucusuydu.
- Amerikalı biyolog Joshua Lederberg, 1952 yılında yaptığı bir keşiften ötürü Nobel ödülüne layık görülmüştü. Lederberg virüslerin hücreden hücreye dolaşırken, bir hücredeki genetik malzemeyi bir başka hücreye sürükleme (transdüksiyon) alışkanlıklarının, sanıldığından çok geniş boyutlu olduğunu ortaya koymuştu. Anlaşılacağı üzere "transdüksiyon," taşıma, sürükleme anlamlarına geliyor bu bağlamda. Kastedilen, virüslerin o tuhaf çoğalma faaliyetleri sırasında, hücre DNA'larının minicik bir parçasını bilmeden "yanlarına alıp" enfekte ettikleri yeni hücreye götürdükleri gerçeğidir.
Okumak sağlıklıdır
Levent Öztürk...