Son okuduklarım

Son okuduklarım

Son okuduklarım,

JOAN MİRO " Düşlerimin rengi bu. / Georges Raillard ile söyleşiler " ( 184 sayfa )

Değişik bir okuma oldu. Bir sohbetin tadında ve hızında bitti.

İlk olarak kitabın adına bir şeyler yazmak istedim.

Düşlerimin rengi bu. Nasıl güzel geliyor düşünmeye ve hissetmeye başladığınızda kitaba koyulan isim.. Düşleriniz var ve bunları renklendiriyorsunuz. Sonra söyleşiye dalınca eserlerinde de soyut ve figüratif öğeleri böyle birleştirerek rüya gibi bir dünya yaratmayı amaçladığını anlıyorsunuz.

Miro 20.yüzyılın önde gelen İspanyol ressamlarından birisi. Aykırı,özgür,kontroü sevmeyen ve bunu eserlerine de yansıtan bir sanatçı.Söyleşi sırasında o dönemdeki diğer sanatçılar da ara sıra karşınıza çıkıyor. Gaudi, Picasso ,Breton..... ünlüler geçidi.

Farklı bir okuma yapmak isterseniz okumalısınız.

Kitaptan alıntılar,

G.R.: Yaşamınızın büyük bölümünü tek başınıza geçiriyorsunuz. Gerekli mi böyle bir yalnızlık?

J.M.: İnsan birileriyle görüşmeye başlarsa -kibar çevreler- den söz etmiyorum, işim yok onlarla-, dostlarla görüşmeye, nezaket kurallarına uyması gerekir, öğlen yemeği, akşam yemeği davetlerine gitmesi gerekir, bütün bunları kesip attım. Beni yoruyor böyle şeyler.

G.R.: Başkalarıyla görüşmekten elinize hiçbir şey geçmeyeceği kanısında mısınız?

J.M.: Hayır, hayır, gerçekten sevdiğim, iyi anlaştığım ve de ilgi duyduğum kişilerle görüşmek yararlı olur kuşkusuz. Ozanlarla görüşmek sözgelimi. Jacques Dupin örneğin. Jacques hem benim son derece iyi bir dostum hem de çok önemli bir ozan. Şiirlerini bir araya getirdiği bir kitabı için gravürler yaptım.

- J.M.: Son derece iğreniyordum.

G.R.: Geçmiş zaman kipinde söylüyorsunuz hep bunları. Oysa, günümüzde para ile resmin birbirine bağlanmasından, eklemlenmesinden dem vurulurken, resmin dünyayı alt üst etmek için var olduğunu söyleyen var mı hâlâ?

J.M.: Değiş-tokuş değeri mi? İğrenç bir şey bu.

G.R.: Peki, buna karşı konulabilir mi?

J.M.: (Yüzünü buruşturuyor) Hayır, konulamaz. Çok kısa bir süre önce bir dizi resmimi yaktım. Bu tuvalleri hem plastik hem de mesleki kaygılarla yaktım, çok güzel bir malzeme elde ediliyordu yandıklarında, ama bir yandan da bütün bu tuvallerin birer servet değerinde olduğunu söyleyenlere, bok yiyin demek için yaktım. Yakarım işte. (Konuşurken, bir yandan da yüzünü gözünü buruşturuyor, el kol hareketleri yapıyor. Parmaklarını masaya yaslıyor, eğip büküyor, eriyen malzemeyi, dönüşüme uğrayan boyaları gösteriyor.)

CHRISTIANE GRUBER " Osmanlı - İslam sanatında tapınma ve tılsım" ( 305 sayfa )

Değişik bir okuma daha. Okunması ve üzerinde düşünülmesi gereken bir kitap.

Aslında biraz daha mistik,gnostik,okültik bir okuma bekliyordum ama İslam konu olunca Allah ve Hz Muhammed ağırlıklı bir okuma oldu. Bu biraz sıktı ama sadece içindeki resimler,müzelerde sergilenen bazı eserlere bakmak için bile bu sıkıntıya değerdi.

Resimli elyazmaları, kutsal emanetler ile kadem-i şerif tasvirleri ve Hz. Muhammed’in metafor olarak bir gül şeklinde tasavvur edilmesi ,Hilye şişeleri ki müthişler,tılsımlar,muskalar,mühürler..

Gerçekten farklı bir okuma okurken,inancın nasıl bir şey olduğunu da belki daha iyi kavradım.

Öyle şeyler anlatılıyor ki bilim kurgu gibi.Ama galiba sorgulanmayan inanç dogma bu ve hala her türlü inanışta geçerli.

Örneğin Hz Muhammed 'in Hırkasının yıkanması ve suyunun şifa için içilmesi. Ayak izi ,sandukasının motifine bile yüz sürülmesi,dokunulması ve bunun iyileştirici,şifa ve şans verici etkisine inanılması ki hala bu durumlar geçerli.

İnanç ve dogma elele vermiş mutlu huzurlu yürüyorlar..

Kitaptan alıntılar,

- Hz. Peygamber'in kutsal emanetleri (emânât-ı mukaddese, emânât-ı mübareke) arasında izleri veya kalıntıları (āsār) ile kişisel eşyaları (muhallefat) yer alır. Gerek bedensel gerek insan yapımı yadigarlarının özel bir bereket yaydığına ya da mistik bir meziyet taşıdığına inanılır. Hz. Peygamber'in bedensel kalıntıları arasında saçı, sakalı, tırnakları ve dişleri - yani vefatı ve defni sırasında alınması Hz. Muhammed'in fiziksel bütünlüğüne zarar vermeyen protein ve kalsiyum uzantıları - ile ayak izleri gibi temas yoluyla oluşan ikincil emanetler bulunur. Kişisel eşyaları arasında ise hırkası ve sandaletleri gibi kıyafetleri, abdest leğeni ve ibriği, tesbih, seccade, misvak, mühür yüzüğü, asa, kılıçlar, bayraklar ve sancaklar gibi günlük kullanım eşyası vardır. Dolayısıyla bir bütün olarak ele alındığında kutsal emanetler, Hz. Peygamber'in hem beşerî bir varlık olarak organik mevcudiyetini hem de ilk Müslümanların dinî, siyasi ve askerî lideri olarak üstün konumunu yansıtmaktadır.

- Hz. Peygamber'in hırkası Osmanlı sarayında özellikle Ramazan boyunca dinî ritüellerin yerine getirilmesine de katkıda bulunmuştur. Ramazan ayının on beşinci günü padişahla ailesi ve devlet görevlileri Ayasofya'da namaz kıldıktan sonra Topkapı Sarayı'nda hırka-i saadeti ziyaret ederler, bu ziyaret sırasında hırka muhafaza edildiği yerden çıkarılarak seyredilir, öpülüp yüz sürülür, sonra da yıkanırdı. Bu tören, kutsal emanetlerin bulunduğu odanın gülsuyuyla yıkanması ve amberle tütsülenmesi gibi belirli ritüeller içerirdi. Bazen hırkayı temizlemek için gülsuyu kullanılır, bazen de hırkanın eteği zemzem suyuyla dolu bir leğene hafifçe batırılırdı. Bu hırka-i şerif suyu (âb-ı hırka-i şerif) küçük şişelere doldurulur ve saray mensuplarıyla diğer önde gelen devlet görevlilerine hediye edilirdi. Onlar da bu suyu şifa bulmak veya Ramazan'ın son iki haftasında oruç açmak için kullanırdı.

- İster duvara asılsın ister elde taşınsın, büyük ya da küçük boyutlu hilyeler, kişinin bakışını ve etkileşimde bulunmasını gerektiren koruyucu araçlar olarak görülüyordu. Bu bakımdan hilyeler, Osmanlı (ve diğer İslami) meşru büyü pratiklerinde şeytanı, kem gözü ve diğer karanlık güçleri defetmek amacıyla kullanılan mühürlerle benzerlik taşırlar. Mühürlerin kötülüğe karşı koruyucu özellikleri, madenî objeler ve tasvirler yoluyla aktarılıyordu. Osmanlı resimli dua kitaplarında bu tasvirler, çoğu zaman bir hilye kompozisyonunun ardından sıralanan "mübarek" mühürler olarak karşımıza çıkar.

- Allah'ın azametli isminden türetilmiş bir hükümranlık, kudret ve koruyuculuk sembolü olarak Mühr-i Süleyman, Osmanlı topraklarında en fazla rağbet gören mühürlerden biriydi. Evliya Çelebi'nin aktardığına göre, bu mühür öylesine güçlü addediliyordu ki, bazen Osmanlı kalelerinin duvarlarına çiziliyor, taş ve tuğlaların yeterli görülmediği durumlarda ek bir savunma tedbiri işlevi görüyordu." Ayrıca Mühr-i Süleyman, madenî para şeklindeki taşınabilir damga mühürler, tılsımlı gömlekler, tılsım tomarları ve dua kitaplarında altı köşeli bir yıldız olarak sıklıkla karşımıza çıkar .Dua kitaplarında, mührün grafik tasarımına çoğu kez dinî ibareler ve yakarışlar da eşlik eder. Farklı nesne ve yüzeyler üzerinde görülen bu mühür, tıpkı Süleyman'ın yaptığı gibi ruhlara hükmederek ve bir olan Allah'a tevekkül, itaat ve dua ederek korunma dilemenin "övgüye değer bir yolu" (et-tarikatü'l-mahmûde) olarak kullanılmıştır. Bu kullanım, mühür benzeri şekillerin bir büyü aracından ziyade, Allah'tan yardım dilemeye yarayan grafik bir vasıta işlevi gördüğü bir tür "meşru" ya da "ak" büyü meydana getiriyordu. Dolayısıyla Süleyman'ın yıldızı, kara büyü yapmak için kullanılan bir araç değil, ilahi takdire mazhar olmak amacıyla başvurulan görsel-metinsel bir vesile olarak anlaşılmalıdır.

Mühr-i Süleyman, mimari yapıların, tılsımlı gömleklerin, taşınabilir damga mühürlerin ve tılsım tomarlarının yanı sıra, 18 ve 19. yüzyıl Osmanlı resimli dua kitaplarında da en çok kullanılan mühür şekilleri arasında yer alır. Bu dinî elyazmalarında, mührün kendisi hiçbir zaman yazılı bir metnin aracılığından yoksun, sadece altı köşeli bir yıldızdan ibaret değildir. Daima Allah'ı ve Hz. Muhammed'i öven okunaklı yazılarla desteklenmiştir. Kimi örneklerde, Allah'ın çeşitli isim ve sıfatlarıyla (esmâ-i hüsnâ) çevrelenmiştir. Bazen de, İslam eskatolojisinin dört büyük meleğinin ismiyle desteklenir: Cebrail (vahiy meleği), Mikail (kıyamet meleği), Azrail (ölüm meleği) ve İsrafil (Sûr'a üfleyen melek). Dolayısıyla Mühr-i Süleyman, Allah'ın ve meleklerin koruyuculuğunu dilemek üzere başvurulan geometrik bir dayanak sunar.

- Çoğu zaman bunları ilk kez bir din, Arapça veya Kur'an kursuna başlayacak genç erkekler için hediye olarak satın alır. Eyüp Sultan Külliyesi'nde haftada bir geldikleri derse girmek için sıra halinde bekleyen bu genç öğrencileri, na'l-i şerif desenli takkelerinden kolayca tanımak mümkündür. Bu örnekte na'l-i şerif desenli takkeler, öğrencilerin bir tevazu ifadesi olarak başlarını Hz. Peygamber'in sandaleti altına yerleştirmeleri ve nebevi sünnetin temel ilke ve esaslarını öğrenirken Hz. Muhammed'in adımlarını takip etmeleri gerektiğini belirten görsel bir unsurdur. Na'l-i şerif deseni, bu dindar ve çalışkan gençlerin gayretlerine belki de ayrı bir bereket katacaktır

Türkiye'de yetişkin erkekler de, çoğu zaman uzun bir sakal ve bol bir gömlek ve pantolondan oluşan dinî görünüş ve kıyafetlerini na'l-i şerif motifli bu takkelerle bütünler. 12 Temmuz 2017 tarihinde, Topkapı Sarayı'nın taksi durağında beklediğim bir sırada, "Müslüman giyimli" olduğu hemen fark edilen başı takkeli bir motosiklet sürücüsü, taksi şoförlerine yemek teslim etmek üzere durağa geldi. Başlığını süsleyen na'l-i şerif motifini görünce, ken- disiyle konuşmaya karar verdim. Ona takkeyi nasıl ve neden edindiğini sor- duğumda, Eyüp'te dinî eşyalar satan bir dükkândan bizzat aldığını, özellikle üzerindeki "süsleme"nin hoşuna gittiğini söyledi. Ayrıca, Hz. Muhammed'in na'l-i şerifini başı üzerinde taşımanın kendisi için bir ibadet edimi, yaşamın tüm belirsizlik ve zorluklarına rağmen hayatına devam etmek, çalışmak ve sebat göstermek için bir "sebep" olduğunu belirtti. Kısacası onun gözünde na'l-i şerif, daha fazla açıklanmaya ihtiyaç duymayan, kendi başına bir sebep teşkil ediyordu. Ardından da, yemek teslim etmek için motosikletiyle vızır vızır dolanırken, na'l-i şerifin belki de kendisini korumaya yardım edeceğini ekledi.

- Bazıları, özellikle de bu tür eşyaları üreten ve satanlar, Hz. Peygamber'in na'l-i şerifi üzerinden epey kazanç elde edebiliyor. Örneğin, İstanbul'un Fatih ilçesinde faaliyet gösteren meşhur vaiz ve "din tüccarı" Cübbeli Ahmet Hoca (d. 1965), son yıllarda na'l-i şerifin bereketleri hakkında bir risale yazıp vaazlar verdi ve hatta Hz. Peygamber'inkine benzeyen deri sandaletler üretip piyasaya sürdü. Sık sık televizyonlarda boy göstererek takipçilerini "sayısız fazileti olan ve Hz. Peygamber'i rüyaya getiren bu özel fiyatlı, hakiki deri sandaletleri satın almaya" teşvik ediyor. Bu sandaletlere sahip olmak için 130 TL'yi gözden çıkarmak gerekiyor. Bu, orta ve alt-orta sınıflar için oldukça yüksek bir fiyat. Ayrıca, kendisini eleştirenlerin dikkat çekmekte gecikmedikleri gibi, Cübbeli Ahmet Hoca – bazılarının göklere çıkardığı, bazılarının ise yerden yere vurduğu bu “din tüccarı" - bu ürünlerden elde ettiği gelir sayesinde İsviçre Alpleri'nde tatil yapıp Malta'da jet ski'ye binebiliyor. Cübbeli Ahmet Hoca ve onun deriden yapılma na'l-i şerif taklitleri hakkında kim ne düşünürse düşünsün, şurası kesin: bugün Türkiye'de Hz. Muhammed'in kutsal emanetleri büyük iş fırsatları sunuyor. Ülkedeki neoliberal ekonomik

manzaranın bir yansıması olan bu tür girişimler, Osmanlı-İslam din ve sanat kültürüne artan ilginin ticari yönünü ortaya koyuyor. Bu görsel ve maddi ürünler, aynı zamanda, Türkiyeli Müslümanlara kendilerini Sünni olarak konumlandırma imkânı da sunuyor.

ZYGMUNT BAUMAN " Modernite ve Holokaust " ( 353 sayfa )

Zor ve ağır ağır ilerleyen bir kitap. Yazarın bir çok kitabını severek okudum ama bu kitabı oldukça ağır geldi. Bazen cümleyi bazen paragrafı hiç takip edemedim. Eichmann,Hannah Arendt,Sartre ve diğerleri Bauman'ın konuları birleştirip sunmasıyla zor ama bilgilendirici bir kitap olmuş.

İnsanlığın lekelerinden Holokaust,antisemitizm ve bir sürü önemli düşünür ve kavram kitabın içine yerleşmiş. Eğer bir altyapınız varsa bu kitap kesinlikle kitaplığınız da olması gereken bir kitap.

Kitaptan alıntılar

Holokaust, tarihin olağan akıntısına karışıp gitmek üzere yöneltilmiştir:

Bu açıdan bakılırsa ve (din yolunda yapılan Haçlı seferleri, Albigenses mezhebindekilerin katledilmesi, Türklerin Ermeni soykırımı, hatta İngilizlerin Boer savaşları sırasındaki bir icadı olan toplama kampları gibi) diğer tarihsel vahşetler yeterince hatırlanırsa, Holokaust'u 'benzersiz' -ama yine de normal- olarak görmek gayet uygun hale gelir.

- Bizim Batı toplumunun bilincinde derin yer etmiş etyolojik mit, insanlığın toplum öncesi barbarlıktan çıktığını anlatan, ahlaksal açıdan yüceltilmiş bir öyküdür. Bu mit, birkaç etkili sosyoloji teorisini ve tarih öyküsünü yaratan dürtüyü sağladı ve onlar tarafından alimce ve incelikli bir destek gördü; bu bağlantı geçenlerde Elias'ın 'Uygarlaşma Süreci'ni sun- masıyla yarattığı şöhret patlaması ve ani bir başarıyla gösterildi.

Laik görüş genellikle, bu mite her türlü karşı çıkışa sinirlenir. Üstelik laik görüşün bu direnişi saygın, bilgili görüşlerden oluşan bir koalisyon tarafından desteklenir; bunların arasında güçlü otoriteler vardır; örneğin mantıkla batıl inanışlar arasındaki muzaffer mücadeleye dayanan 'Whig" görüşü; Weber'in daha az emekle daha çok şey başarmaya yönelik bir hareket olan rasyonalizasyon görüşü; insandaki hayvanı deşifre etmeye, saklandığı yerden sökmeye ve evcilleştirmeye yönelik psikanaliz beklentisi; Marx'ın insanın dinsel güçlerin denetiminden kurtulduğunda yaşamın ve tarihin tümüyle onun denetimine gireceği yolundaki kehaneti; Elias'ın, şiddeti günlük yaşamdan dışlayan yeni tarih portresi ve hepsinin üstünde de bizi insan sorunlarının yanlış politikaların sonucu olduğuna, doğru politikaların bu sorunları ortadan kaldıracağına inandıran uzmanlar korosu. Bu ittifakın ardında, yönettiği toplumu düzenlenecek, yetiştirilecek ve yabani otları denetime alınacak bir şey olarak gören 'bahçıvan' devlet duruyor sıkı bir şekilde.

- Eichmann'ın Kudüs'teki dava vekili Dr. Servatius, onun savunma stratejisini anlamlı bir şekilde özetliyordu: Eichmann'ın yaptıkları, kazanırsa ona nişan verilecek, kaybederse onu darağacına gönderecek işlerdi. Bu ifadenin içerdiği -çarpıcı fikirlerden yana hiç de eksiği olmayan yüzyılımızın kesinlikle en acı mesajlarından biri olan bu görünürdeki mesaj önemsizdir; doğru olabilir. Fakat daha az kinik olmadığı, ama çok daha fazla dehşet verici olduğu halde o denli göze çarpmayan bir mesaj daha vardır: Aslında Eichmann, kazanan taraftakilerin yaptığından esasen farklı bir şey yapmamıştır. Eylemlerin kendiliğinden ahlaksal bir değeri yoktur. Kendiliğinden ahlaksız da değildirler. Ahlaksal değerlendirme, eylemi yönlendiren ve biçimlendirenlerin dışındaki kriterlerce belirlenen, eylemin dışında bir olgudur.

- Modernlik -en azından dış görünüşte, yani ayrılan gruplar arasındaki simgesel mesafeyi yaratan şeyde farkların ortadan kalkmasını getirdi. Bu farklar kaybolunca -Hıristiyan öğretisinin, daha önce Yahudilerin tümüyle ayrı olmalarını yorumlamak istediğinde yaptığı gibi yeni gerçekliğin de bir hikmeti olduğu konusunda felsefi olarak kafa yormak yeterli değildi. Farklar şimdi oluşturulmalıydı ya da toplumsal ve yasal eşitliğin ve kültürler arası değişimin korkunç aşındırıcı gücüne karşı korunmalıydı.

- Aslında, modernliğin ideolojik formülü eski sınırların sağlamlığını (gerçi arttırmasa da) tehdit etmiyordu; asıl tehdit, laikleştirilmiş modern devletin farklı sosyal uygulamaları yasallaştırmayı reddetmesinden geliyordu. Yahudiler (ya da Drumont'un 'Bay Cohen'leri) devletin bir örneklik yolunda ilerleyişini kendiliklerinden reddettikleri ve kendi ayrımcı uygulamalarından vazgeçmedikleri sürece sorun yoktu. Fakat asıl karışıklığı yaratan, bu olanağı kabul eden ve dönme olayını ya geçmişten kalan dinsel biçimiyle ya da modern biçimi olan kültürel asimilasyon şeklinde gerçekleştiren, gittikçe daha çok sayıda Yahudideydi. Fransa'da, Almanya'da, Avusturya-Macaristan'ın Alman etkisindeki bölümünde, tüm Yahudilerin er ya da geç Yahudi olmayan toplum için- de 'toplumsallaştırılması' ya da kendi kendilerini 'toplumsallaştırmaları' ve böylece kültürel yönden ayırt edilmez ve toplumsal yönden görünmez hale gelmeleri olasılığı gerçekten vardı. Eskiden kalma, geleneksel ve yasal yönden desteklenen ayrım uygulamalarının yokluğuna bir de, farkı belli eden, görünür belirtilerin yokluğu eklenince bu, sınırların silinmesinden başka bir şey değildi.

- Yahudilerin ırksal yönden saf bir toplumdan soyutlanması "ırksal, ulusal ve toplumsal hijyenin temel kuralı"ydı. İyi ve kötü hayvanlar olduğu gibi, diyordu Goebbels, iyi ve kötü halklar da vardır. "Yahudilerin hâlâ aramızda yaşıyor olması bizden olduklarını göstermez, tıpkı bir pirenin evin içinde yaşadığı için evcil hayvan olmayacağı gibi." Yahudi sorunu, Dışişleri Bakanlığı Basın Müdürü'nün sözleriyle "eine Frage der politischen Hygiene" di.

- Yaşamın fiyatı yukarılara tırmandıkça ihanetin fiyatı aşağılara yuvarlandı. Yaşamak için karşı konulmaz bir dürtü, ahlaksal kaygıları, bununla birlikte de insan onurunu bir kenara itiverdi.

- Böyle sürekli ve her yerde, her zaman var olan bir sorumluluk kaymasının genel sonucu bir yüzer-gezer sorumluluktur; böyle bir durumda örgütün her üyesi bir başkasının emrinde olduğuna inanır ve sorulduğunda böyle söyler; ama sorumluluğu taşıyan kişi diye gösterilen üyeler de sorumluluğu yine bir başkasına atar. Örgütün tümüyle bir sorumluluk silme aracı olduğu söylenebilir. Koordine eylemlerin ne- den-sonuç halkaları maskelenmiştir ve bu eylemlerin etkisinin en güçlü faktörü bu maskelenmişlikten başkası değildir. Zalimce eylemlerin kolektif bir şekilde gerçekleştirilmesi, sorumluluğun esas olarak 'bağları çözülebilir' olmasıyla çok daha kolaylaşmıştır; öte yandan bu eylemlere katılan herkes onun hep 'gerçek otoriteyle' birlikte bulunduğuna inanır. Yani sorumluluktan sıyrılmak yalnızca, bir eylemin ahlakdışılığı yahut daha da kötüsü, meşru olmadığı yolundaki suçlamalar karşısında kullanılacak uygun bir mazeret değildir; yüzer-gezer, bir yere tutturulmamış sorumluluk, ahlakdışı ya da meşru olmayan eylemlerin itaatkâr, hatta gönüllü olup da normalde konvansiyonel ahlak kurallarını çiğneyemeyen kişilerin katılımıyla gerçekleşmesi için en uygun koşuldur. Yüzer-gezer sorumluluğun pratikteki anlamı, ahlaksal otoritenin açıkça karşı çıkılmaksızın yahut inkâr edilmeksizin etkisiz hale getirilmesidir.

Okumak sağlıklıdır

Levent Öztürk

Yorumları görmek veya yorum eklemek için oturum açın

Levent Öztürk adlı yazarın diğer makaleleri

  • Okuduğum kitaplar

    Okuduğum kitaplar

    Son okuduklarım, AMIN MAALOUF " Labirent/ Batı ve hısımları " ( 281 sayfa ) Öncelikle şimdiye kadar okuduğum Amin…

  • Son okuduklarım

    Son okuduklarım

    Son okuduklarım, ALAN MOORE/ DAVE GIBBONS " Watchmen " (434 sayfa ) Müthiş bir çizgi roman bitirdim.Ben büyüdüm artık…

    2 Yorum
  • Son okuduklarım

    Son okuduklarım

    Son okuduklarım GAZİ MUSTAFA KEMAL " Hatıratlarla karşılaştırmalı NUTUK " ( 1275 sayfa ) Nutuk için ne diyebilirim ki ,…

  • Son okuduklarım

    Son okuduklarım

    Son okuduklarım, ALEXANDRE DUMAS "Monte Cristo Kontu" ( Cilt 1 760 sayfa // Cilt 2 765 sayfa ) Büyük bir klasik . Ağır…

  • Son okuduklarım

    Son okuduklarım

    Son okuduklarım, EDİTÖR HANS WERNER HOLZWARTH " HR GIGER " ( 511 sayfa ) Bu kitabı okumadım , daha doğrusu okuyamadım .…

  • Okumak sağlıklıdır...

    Okumak sağlıklıdır...

    Son okuduklarım, ELKE LİNDA BUCHHOLZ / BEATE ZİMMERMANN " Pablo Picasso " ( 91 sayfa ) 90 sayfaya sığdırılmış mükemmel…

  • OKUMAK SAĞLIKLIDIR

    OKUMAK SAĞLIKLIDIR

    Son okuduklarım, İlk ve son kitap çok iyi ve buraya aldığım alıntılardan çok daha fazlasını tuttum. Editörler ARMAĞAN…

  • Son okuduklarım

    Son okuduklarım

    Son okuduklarım, BİGE GÜVEN KIZILAY " Ankara diye insanlar vardır " ( 350 sayfa ) Öyle bir ilk 70 sayfa okudum ki…

  • Okumak Sağlıklıdır.

    Okumak Sağlıklıdır.

    Son okuduklarım WILLIAM DOYLE " Fransız devrimi/ çok kısa bir başlangıç" ( 138 sayfa ) Fransız devrimi üzerine okuduğum…

  • Okumak sağlıklıdır.

    Okumak sağlıklıdır.

    Son okuduklarım, EMİN ÇÖLAŞAN " İyi ki varsın ATATÜRK " ( 221 sayfa ) Birkaç saatlik dinlendirici bir okuma oldu. Köşe…

Diğer görüntülenenler