DEMET'İN 12 HALİ….AĞUSTOS..
Severek bütün samimiyetimle, benimle yolları kesişenlerle sohbet edercesine SMK (Sosyal Medya Kulübü) dergisine yazmaya başladığım yazıları, burada da sizlerle paylaşmak istiyorum. İçimdeki ben, benden fışkırıyor, görgü tanıkları topluyorum :-))……..Bol keyifler….
------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
(-misss gibi kokan kahvesini bahçedeki salıncağının ahşap kolluğuna koyar, laptopunu kucağına alır, salıncağa yayılır, hafif hafif de sallamaya başlar. Yemyeşil bahçede iğde ağacının kokusu da karışır kahveye, başlar yazmaya Demet Tuncer…)
Hayat ne ilginç, içinde barındırdığı birçok senaryoyu iyisiyle kötüsüyle bir şekilde gösteriyor bize, sinyaller vermeye çalışıyor. Fakat biz daha da ilginciz, çünkü bu canlı senaryoların hepsini seyretmemize rağmen “anlamıyoruz” sadece “seyirci” kalıyoruz. Yanacağını bile bile ölümüne ateşe uçan pervaneler gibiyiz, illa yanınca öğreniyoruz, başkalarının tecrübelerini dikkate almıyoruz. Bizi direkt etkilemeyen durumlara sadece “vah vaaaah”, “ay inanmıyoruuum” diye yakınıyoruz ve çok çabuk unutuyoruz, ta ki ucu bize dokunana kadar.
Hayatımız da facebook gündemi gibi yüzeysel, çabuk tüketilir oldu. Önemsediğimiz şeyi önce kaybetmemiz, sonra bulmamız gerekiyor değerini anlayabilmek için. Peki, sevginin önemini hissedebilmek için sevgiden yoksun büyümek, sağlıklı beslenmeye başlamak için hastalanmak, anne-babaları anlayabilmek ve takdir etmek için anne-baba olmak, kazanmak için kaybetmek mi gerekiyor hep…
Ağustos ayı benim için, bir oyuncu olarak çok üzüldüğüm ve hayal kırıklığına uğradığım bir ay oldu. Eminim oyuncu olmayıp da benimle aynı duyguları paylaşan milyonlar var. Ağustos ayının sanat dünyasını sarsan en büyük haberi kuşkusuz Robin Williams’dı. Robin bize veda ettiğinde 63 yaşındaydı. Hayatı tam bir ikilemle geçmiş bir oyuncu Robin. Kimileri Parkinson hastalığına yakalandığını ve sonuçlarına katlanamayacağından intihar ettiğini söylerken, kimileri de madde bağımlılığından kurtulamadığından dolayı olduğunu söyledi. Bizim hep yüzümüzü güldüren karakterleri, içimize işleyen trajikomik tiradları ve bakışlarıyla bütün hücrelerimize işlemişti mavi gözlü oyuncu…Durumu defalarca sorguladım “acaba milyonların arasında ne kadar da yalnız hissediyordu kendini…anlaşılmaz, erişilmez, paylaşılmaz ve uzak… Tartıştığım, zamanında benim peşimi bırakmadıkları için sinirle kapıları çarptığım, saçmalasam da sıkılmadan beni dinleyen, hayallerime gülmeyen beni asla yalnız hissettirmeyen aileme ve sevdiklerime şükrettim. Sinema dünyası ciddi bir yeteneği kaybetti. Kızımın Robin Williams’la büyüyemeyeceği çok talihsiz. Robin artık aramızda olmayabilir ama o, insanların hayatları boyunca başarmak istediği şeyi yaptı: ÖLÜMSÜZLEŞTİ. Uzun zamandır aramadığınız, hep ötelediğiniz telefon konuşmalarınız varsa geciktirmeyin, hadi arayın sevdiklerinizi! Birilerinin hayatını değiştiriyor olabilirsiniz.
Sevgiden, aileden açılmışken konu, Hollywood bu aralar popüler bir çiftin evlilik kararını konuşuyor, Sean Penn ve Charlize Theron. İlk defa duyuyorsanız inanamayabilirsiniz. Sean ve Charlize arasındaki yaş farkı kimilerini şaşırtabilir ama erkeğin daha büyük olması normal karşılanır, sonuçta birbirlerini 18 yıldır tanıyorlar ama aralarında 15 yaş fark var …Hatırlayalım, ilk çıkış yaptığında egzotik maçomuz, kadınların sevgilisi Antonio Banderas da Melanie Griffith’le bu seneye kadar evliydi ve sanılanın aksine Melanie Antonio’dan sadece 3 yaş büyüktü. Sorun zaten bizim için yaş farkı değildi ki! Sorun onun evlenmesiydi. Çünkü o dönemde her kadın ve bazı erkeklerin dediği gibi, “Antonio benim olmalıydı!” (kadın elini tersini dramatik bir şekilde alnına koyar ....sessizlik… ve yazmaya devam eder) Kim bilir bazı ruhlar birbirlerini belki daha geç buluyor ve bir daha da bırakmak istemiyorlar. Neyse ki daha sonra Meg Ryan’la “When a man loves a woman” filminde Küba asıllı Amerikalı aktör Andy Garcia girdi hayatımıza da Antonio’nun yeni medeni halini dert etmemeye başladık. O dönemde hatırlıyorum bütün kız arkadaşlarım ve yine “bazı” erkek arkadaşlarım hep Andy gibi bir kocamız olsun istedik. Abartmıyorum vallahi! MTV film ödülleri bile Andy Garcia’yı 1994’de “en arzulanan erkek” ödülüne layık gördü. Tanrım o film hala gözümün önünde! neyse Yaş konusuna takılmayalım yoksa Woody Allen’a kadar yolu var…
Sanırım en güzel ve en sağlıklı yaşanan ilişkiler kimseye bir şey “ispat etmek” zorunda kalmadığın ilişkilerdir. Kendi hayatımızda bile bir şeyleri ispat etmek zorunluluğumuz olduğunda yanlışlar yapmaya başlayabiliyoruz. Bizim gerçek yüzümüzü değil, insanların bizi onaylayacakları yüzü yaratmaya çalışıyoruz. Oysa ki şunu hiç unutmamalı, herkesi memnun etmenin imkanı yoktur, önemli olan kendi renginin farkında olmak, sevmek ve renk paletine sunmaktır. Milyon dolarlık düğünlerde bile tenkit edilecek bir şeyler mutlaka bulunur! Kime mi bağlamak istiyorum konuyu, tabi ki bu dönemde çok popüler olan ve uslanmayan Miley Cyrus’a. Miley şov dünyasına çocuk kanalı olan Nickelodean’da başladı ve “artık çocuk değilim” duruşunu zihinlere yerleştirmek uğruna son zamanlarda sergilemiş olduğu davranışlarla işin dozunu kaçırdı. Nerdeyse anatomik açıdan göstermedik yeri kalmayan Miley Cyrus’ın büyüdüğünü tüm dünya biliyor artık, rahat olsun şimdi açtıklarını kapatabilir. Hak vermiyor da değilim aslında Miley’e bir bakıma, bazen ben de sahnede çok terliyorum ama “Dur bu gece de iç çamaşırımla sahneye çıkayım” demedim daha bugüne kadar, demek ki şuurum hala yerinde..hmmm aslında fena fikir de olmayabilir (der, menajeri Tülin’i aramak için eli telefona gider..)
Şuur dedim de, (telefonu bırakır) aklıma Jessica Simpson’ın düğününde yaptığı geldi. Geçen hafta sonu Jessica, Eric Johnson’la 1.4 milyon dolarlık düğünlerinde hazırlamış olduğu evlilik konuşmasında yanlış ismi söyledi! Hiiii rezaalet! dediğinizi duyar gibiyim, benim gibi… Ama sorun yok çünkü kocasının değil kendi ismini yanlış söylemiş, buna da şükür. (Milyonluk düğünler hakkında ne demiştim hatırlatırım, illa ki dedikoduluk malzeme çıkar, - göz kırpar-)
Bu ayın en güzel haberini Beyonce’den vereceğim. Bazı ünlüler hayatlarını bir vizyonla beslerler ve rol model olurlar, kitleleri bile yönetebilmeyi başarırlar. Birçok siyasetçinin yapamadığını onlar yapabilirler. Kimileri de kendilerine bir misyon yüklenmesini istemezler ün ve şöhretin şuursuzca keyfini çıkartırlar.. Beyoncé ise müzikteki başarısının yanı sıra yaptığı bağışlarla da adından çok söz ettiriyor. Dünyanın en prestijli dergilerinden biri olan Forbes tarafından da dünyanın en etkili sanatçıları arasında yer almakta. Bu sefer de Beyoncé, Houston’da kendi doğduğu ve büyüdüğü yerdeki evsizler için tam 7 milyon dolarlık konut projesi yapılması için bağışta bulundu. Her ne kadar Amerika’da bağış yaptığı zaman sanatçının gelir vergisinden düşülüyor olsa da 7 milyon dolarlık yatırımı kim yapardı ki evsizlere. O zaman ne diyoruz? ;“ Nereden geldiğini unutmamak, gideceğin yere daha sağlam adımlarla basmanı sağlayacaktır.”
Facebook hayatımızın o kadar içinde ki, güzel şeyler olmuyor da değil. Ağustos ayı facebook’da başlatılan “ice bucket” (buzlu kova) hareketiyle ALS (Amyotrofik Lateral Skleroz) hastalığına ilgiyi çekti ve farkındalığı arttırdı. Bu hastalık, her ne kadar zihinsel fonksiyonlara ve bellekte bozulmaya yol açmasa da motor sinir hücrelerinin kaybına yol açmakta. Zamanla kaslarda güçsüzlük ve erime meydana gelmekte. Öyle ki, ileri safhalarda kişinin konuşma ve yutma güçlüğü yaşaması ve hatta nefes alması bile tehlikeye girmekte. Bu hastalığa yakalanan birçok ünlü kişi var: Aktör David Niven, gitarist Jason Becker, fizikçi Stephen Hawking, Amerikalı politikacı Jacob Javits ve Galatasaray ve Fenerbahçe takımlarında oynamış Türk futbolcu Sedat Balkanlı bunlardan bazıları. Bu açıdan, sosyal medyanın ve ünlülerin bu gibi toplumsal faaliyetlerde yer alması ve hastalığa dikkat çekmesi hepimiz için çok önemli. Bugün bana, yarın sana! sloganıylaALS gibi tedavisi güç hastalıklara karşı kayıtsız kalmamaya devam etmeliyiz. Benim en sevdiğim ice bucket videosu ise Charlie Sean’in kovanın içine koyduğu 10.000 doları üzerine dökmesiydi. “Buz erir ama para bağışı kalıcı bir çözüm üretir” demişti ve diğer oyuncu arkadaşına ve yapımcısına meydan okumuştu. Bu konuyla ilgili bir ironik haber ise bu yazımı teslim edeceğim gün geldi. Ice bucket hareketini başlatanlardan Corey Griffin’in bir dalış sırasında boğularak ölmesi benim her zaman inandığım bir şeyi destekledi. Ben herkesin hayata bir geliş nedeni olduğuna inanırım, istisnasız HERKESİN...Hayatta hiçbir şey tesadüf değildir.
Whitney Houston’ın hayatı Angela Basset’in ilk yönetmenlik denemesiyle beyaz perdeye taşınıyor. Talihsiz ve zamansız kayıplardan bir tanesi de diva Whitney Houston. Gençliğim onun parçalarını özellikle, “I will always love you” parçasını bıkana kadar dinlemek, söylemek ve “Bodyguard” daki gibi bir erkek bana da denk gelir mi acaba ileride diye hevesle beklemekle geçti. ( Yalnız okurken farkettim, farkında mısınız, sanırım 1990’lar hep bir sevgili, koca, aşk beklemekle geçmiş.. başka işimiz mi yoktu acaba! Neyse, sonra beklemez olduk zaten.) Anlayacağınız ergenliğimin çoğu Whitney Houston ve Kevin Costner’dı. Hele Kevin’ın daha sonra oynadığı “Message in a Bottle” filmi beni benden aldı, tanrım dedim böyle bir erkek var mıdır acaba? Varmış varmış (-kinayeli) 119 milyon dolar gişe hasılatı yapmış, 131 dakikalık Hollywood senaryolarda saklıymış, zamanla anladık…Neyse konumuza dönelim, Whitney. Maalesef yanlış insanlar, yanlış kararlar, bilemediğimiz birçok duygusal eksiklik onu bu noktaya getirdi. Varlığı ve sesiyle hala özlenilen sanatçının hayatını seyretmeyi dört gözle bekliyorum. Whitney rolünü kim oynayacak derseniz?, tanıdığımız bir kişi değil, YaYa DaCosta diye bir manken, ama bana sorarsanız Paula Patton bu rol için biçilmiş kaftandır. Angela Basset’a söylemek gerek, kahvem bitince arayayım bari....Angela şekerim…..
Kahvemden son bir yudum alırken güzel bir müzikal haberi vereyim. Hemen hemen herkesin seyrettiği, aşina olduğu (benim geç keşfedip sonra seyretmeye doyamadığım) HBO’nun vampir dizisi “True Blood” müzikal oluyor. Henüz oyuncu ekibinin belirlenmemesine karşın çok büyük bir heyecanla çalışmalar başlamış.
Kahvemin son yudumunu da sizlerle içtikten sonra, Eylül ayının bize neler getireceğini merak ediyorum. Bu ayın şerefine sevdiklerinize sımsıkı sarılın, sevdiğinizi kelimelere dökün ki sizi duysunlar. Beyler, “Ben gösteriyorum, içten seviyorum zaten” demeyin, kadınlar sevildiklerini ve istendiklerini DUYMAK da isterler! İnanın Eylül ayınız çok daha rahat ve huzurlu geçer. Ha bu arada hayatınızı kolaylaştıran insanlara da “teşekkür” etmeyi unutmayın, varlıklarının önemli olduğunu bilsinler!
Eylül’de tekrar buluşmak üzere, yeni hayat hikayeleri ve yeni haberlerle buradayım. Bana istediğiniz an ulaşabilirsiniz. Adreslerimi yazıp Çağrı ve Ayza Hanım’ın anneanneden artık eve dönmesini bekliyorum... kızımı özledim...